Bu başlıktan sonra hemen Demirören falan liderliğe soyunmasın. Veya ballı kaymaklı kredileri ödememek için alıp “ben yaptım oldu” diyen Ali Ağaoğulu gibiler değil kast ettiğim.
Kast ettiğim sabit gelirle çalışan emekçiler, gerçek üretici olan köylüler, bunların içinde %0 faizle kredi alıp katma değer üretiyoruz diyen büyük toprak sahipleri yok, ve hile hurdaya ballı kaymaklı kredilere bulaşmamış küçük ve orta ölçekli işletmeler ile hipermarket işgaline karşı ayakta durmaya çalışan esnafları kast ediyorum. Kast ettiğim Starbucks, Hapy Moon gibi milyonluk yatırım yapan cafe sahipleri değil. Mahallesinde veya bir pasajda küçük çay ocağı ile geçimini sağlama mücadelesi veren gerçek işletmeler.
Peki neden?
Şunu çok iyi biliyoruz ki adına ister serbest piyasa deyin ister liberal ekonomi deyin kapitalist üretim ilişkileri kendini sürekli olarak yenilemekte moda deyimle update etmektedir. Bu güncelleme dolayısıyla ezilen emekçi sınıfını kendine mahkum etmeyi başarmıştır. Maalesef ilişkiler “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yok “ şeklinde değildir. Sistem emekçi kesimi kendisine öyle bir mahkum etmiştir ki bir ay işsiz kalma korkusundaki asgari ücretli çalışan, sistemin her emrine itaat etmek zorunda bırakılmıştır. (Tabi bu durumdan ücret sendikacılığı dahi yapamayan sözde sendikacılar utanmalı.)
Günümüzde her sektörden pek çok şirket hem borç vererek hem de mal üreterek para kazanıyor. Ürettiği malı finans kuruluşları aracılığıyla çalıştırdığı işçilere satan şirketler bir taşla üç kuş vurmakta. Üçüncü kuş hiçbir şekilde itiraz edemeyeceği emek gücüdür. Patronların bu politikasından dolayı, işçi sendikalarının üretim araçları üzerindeki gücü deyim yerindeyse hiç yoktur.
Düşünün 18 yaşına gelmiş bir birey olarak asgari ücretle işe başladığınız gün banka size maaşınızın iki katı avans hesap ve yine kredi kartını cebinize koymakta. Sakın ola ki “almasaydı” demeyin. Bütün psikolojik ve sosyolojik çalışmalar insan aklının ekonomik çalışmadığını gösteriyor.
Luskin, Eşitsizlik ve Demokrasi Enstitüsü’nün yardımcı yöneticisi. Borç Kolektifinin, ABD’deki ilk borçlular sendikasının, kurucularından. Aynı zamanda Los Angeles, Kaliforniya Üniversitesi’nde (UCLA) antropoloji öğretiyor.
Biden yönetimi 5 Nisan günü, federal hükümete yönelik öğrenci borçlarının son ödeme tarihini dördüncü kez ertelediğini duyurdu. Bundan birkaç gün önce meydana gelen Amazon İşçileri Sendikası’nın borçlara verilen ertelemesi de sıkı bir örgütlenmenin sonucuydu.
Öğrenci borcu ödemeleri aslında, 1 Mayıs’ta, kaldığı yerden devam etmek üzereydi. Borçlular sendikasının örgütlenmesi yalnızca ödemeleri ertelemekle kalmadı, aynı zamanda öğrenci borçlarının bütünüyle iptaline yakın bir noktaya getirdi. Nisan ortasında, Beyaz Saray basın danışmanı Jen Psaki, Başkan Joe Biden’ın ya ödemeleri erteleyeceğini ya da borçları tamamen iptal edeceğini resmen duyurmuştu. Biden, Kongre Hispanikler Kurulu’na, federal hükümete ödenecek öğrenci borçlarının hepsini değilse de çoğunu affedecek çeşitli seçenekleri değerlendiriyor olduğunu söylemişti.
ABD’deki bu gelişmeler sonrası can alıcı soru şu; Finans kapitalizmi çağında işçi örgütlenmesinin ve borçluların örgütlenmesinin olası gücü nedir?
Borçlular sendikasına göre gücümüz yalnızca işyerinde, emeğimizi geri çekebileceğimiz yerde, değil; aynı zamanda sistemin bizi zorunlu olarak ittiği kredi ve borç ilişkilerinde, ödemelerimizi yapmayı reddettiğimiz yerde. Finans kapitalizminde yoksul, işçi sınıfına ve orta sınıfa ait aileler; sağlıktan yükseköğrenime, emlaktan bizzat kendilerinin hapsedildikleri durumlara kadar her şeyde kendilerini borçla finanse etmek zorundalar. Böylesi bir iklimde kolektif bir koz olarak kullanıldığında borçlarımız da emeğimiz gibi bir güce dönüşür ve dönüşmelidir. Çünkü Türkiye’de futbol kulüplerinden tutun, finans kuruluşlarının ve müteahhitlerin borçları faizsiz olarak ötelenirken hatta silinirken öğrenci burslarının, sağlık harcamaları gibi devletin asli görevlerinden dolayı insanların borç batağında kıvranması açıklanamaz.
Bugün Türkiye’de somut olan, bireyler olarak işçilerin hükümetin ve patronlarının insafına kaldıkları fakat bir araya gelirlerse işyerini etki altına alabilecekleri, bir toplumsal adalet sendikası modeli söz konusuysa, bunun da ötesine geçebilecekleridir. Bireyler olarak borçlular kredi sağlayan alacaklıların (bankalar, ev sahipleri, hükümet, hastaneler, sigorta şirketleri, mahkemeler, kefalet şirketleri) insafına kalmışlardır, fakat birlikte borç veren sınıfın üzerinde bir güç sahibi olabilirler.
Eğer Türkiye’de gerçekten emekten ve emekçiden güç alan sendikalar olursa işçi sendikaları üretimin gerçekleştiği alana odaklanacak, borçlular sendikası piyasadaki dolaşıma veya paranın kime ve nasıl aktığına odaklanacaktır. İşçi örgütlenmesi işvereni hedef tahtasına oturtur ve daha yüksek maaş, sosyal güvenceler vb. ister. Borçluların örgütlenmesiyse alacaklıları hedef tahtasına oturtur ki neoliberalizm çağında alacaklı çoğu zaman devlettir. Ağır finansal sözleşmelere karşı savaşır ve borcu, onarıcı kamu hizmetlerinin (sağlık, eğitim, konut ve emeklilik) sağlanması uğruna verilen mücadele için bir koz olarak kullanır bu hizmetlere erişmek için kimse borçlanmak zorunda kalmaz.
Sağlık sistemine borçlanan kişilerden, borçlu öğrencilerden, kiracılardan, borçlu mahpuslardan daha iyi kim kendilerini sömüren sistemi kolektif bir güçle etki altına alabilir? Hatta bu gücü herkes için sağlık hizmeti, herkes için konut, herkes için eğitim ve hiç kimse için hapis vb. gibi evrensel bir talep uğruna başka kim kullanabilir?
Bugün tüm dünyada ve ülkemizde borç bir toplumsal tedarik biçimi olarak maaşların yerine geçmiştir. Dolayısıyla işçiler ve borçlular olarak (ki bunlar aynı kişilerdir) gücümüzü etkili kullanmak için birlikte çalışmak zorundayız, çünkü borçlar yarının maaşları olacak.
Borç ve maaşlar ya da diğer gelir biçimleri arasındaki yakın ilişkiyi anlamak isteyen birinin, insanların [ABD özelinde] pandemide aldıkları teşvik çeklerini nasıl kullandıklarına bakması yeterlidir. New York Federal Rezerv Bankası’nın raporuna göre ABD’deki her hane ortalama bir teşvik ödemesini tamamen borçlarının bir kısmını karşılamak için kullandı. Yıllık geliri 40,000 dolardan az olan hanelerde alınan teşvik miktarının %44’ü borç ödemek için kullanılırken geliri yıllık 75,000 doları geçen hanelerde bu oran %32’ydi.
Başka bir açıdan, temel ihtiyaçlarımızı tedarik etme biçimimizi değiştirmedikçe yükselen bir işçi hareketinin her geniş çaplı zaferi işçilerin yaşam standartlarını daha iyi kılmak yerine borç veren sınıfın cebine daha fazla para sokmakla sonuçlanacak. Konutlar korkunç düzeyde pahalı olmaya devam ettikçe, yeterli sağlık hizmetleri çoğunluğun borç altına girmeden erişemeyeceği bir şey olarak kaldıkça ve kamusal üniversite eğitimi hızla artan ders ücreti ve diğer masrafları gerektirmeyi sürdürdükçe, maaşlarımızın artması yalnızca borç ödeme yeteneğimizin artması anlamına gelecek.
Demek ki, işçi sendikaları güçlerini asgari ücreti artırma zorunluluğu uğruna kullanamazken, kurulacak borçluların sendikası gücünü kamu tarafından fonlanan konutlar, sağlık sigortası ve eğitim için kullanacaktır.
Son asgari ücret artışı sonrası Malatya yöresi halay ekibini göremedim ama sendikaların ne kadar teslimiyetçi ve aciz olduklarını bir kez daha gördüm. O yüzden içine düşürüldüğümüz açmazdan kurtuluşun yolu ülkenin bütün emekçi borçlularının birleşmesinden geçmektedir.
Kurtuluş asgari ücret artışı değil emekçi kesimi borç batağına sürükleyen sistemin değişmesidir.