Çocukluğumdan beri hayat şartlarının herkes için aynı olduğunu hiç düşünmedim. Farklılıklarımız vardı. Önce sahip olduğumuz oyuncaklar farklıydı. Sonra haz aldığımız oyunlar. Bunları görebiliyor, düşünebiliyordum. O yüzden benim çocukluğum akranlarıma göre biraz daha farklıydı. Çabuk büyümek istiyordum. Bu istemden dolayı arkadaşlarım oyun oynarken ben, benden büyük abilerin yanına takılır onlardan bir şeyler öğrenmeye, onlar gibi düşünmeye çalışırdım.
Çocukluk arkadaşlarımla dinlediğimiz müziklerde farklıydı. Onlar Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur, Hakkı Bulut dinlerken ve bundan büyük bir keyif alırken, ben sıkılırdım. Daha o yaşlarda müziğin halkın sorunlarını dile getirmesi gerektiğini düşünüp, Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Selda Bağcan dinlerdim. Orta Okulda müzik derslerinde öğretmenlerimiz türkü söyler, söyletirdi. Yaşar Ünsal öğretmenimin yanık sesiyle söylediği “Arap Atı Gibi Sallar Başını” türküsü hala kulaklarımdadır. Türkülere düşkündüm. Türküler farklılıklarımızla birlikte ortak acı ve sevinçlerimizi dile getiriyor. Bir keresinde bende Müzeyyen Güner öğretmenimizin dersinde “Kızıldere” türküsünü söylemiştim. Ve ne olduysa ondan sonra oldu işte. Günler sonra Müdürümüz Ali Uysal bütün okulu toplayıp öğrencilerin önünde bu türküden dolayı 3-4 öğretmenimiz hakkında soruşturma açtı ve gözümüzün önünde onlarla kavga etti. Çocuk aklım bu durumu hiç anlamıyordu. Ne olmuştu ki? Türkü söylemenin kime ne zararı vardı? Ama öyle değilmiş işte. Her dünya görüşünün farklı türküleri varmış. Ve her farklı düşünce diğerinin türküsüne düşmanmış. Bunu daha o yıllarda öğrendim.
Evet, hiç birimiz aynı hayatı yaşamıyoruz. Hiç birimiz aynı acıları çekmiyoruz. Herkesin derdi kendine büyük. Herkesin acısı da kendine. İnsanların farklı olduğunu düşünürdüm ama türkülere düşmanlığı anlayamazdım. Hala daha anlayamıyorum. Hiç birimiz aynı hayatı yaşamıyoruz ama hepimiz aynı gökyüzünün altındayız. Aynı güneşle ısınıp, aynı güneşle aydınlığa ulaşıyoruz. Geçmişimize dair ortak bir nokta bulamasak da geleceğimize dair milyonlarca ortak hayal kurabiliriz. Ama bu durumdan bizi alıkoyan bir şeyler var?
İnsanlar artık robot gibi. Programlanmış bir düşünce kalıbı, programlanmış günlük iş akışı ve programlanmış sosyal ilişkiler. Politik baskılar, sosyal baskılar ve çevre baskıları. Artık hiç birimiz özgür değiliz. Bize verilen programın dışında hareket edemiyoruz. Özetle yaşamımız bizim değil. Bizim dışımızda belirlenmiş kuralların tutsağı.
Peki, bunu neden değiştiremiyoruz? Çünkü düşünmeyi, anlamayı ve hayal kurmayı bıraktık. Kendimizi dar kalıplara hapsettik. “Bunu yapsam insanlar ne der? “ “Acaba nasıl bir tepki alırım?” gibi yüzlerce sorunun esareti altındayız. Farklı düşünme ve yaşam tarzlarını düşman belledik. Böyle olunca da bizde farklı olamıyoruz. Yaptıklarımızın büyük bir kısmı bizim tercihimiz değil. İşin acı tarafı bunun farkında bile değiliz.
Toplumda farklı olmanın yolu düşünmeye ve sorgulamaya dayanır. Bu farklılığı hayal dünyası zenginleştirir. Bu zenginlikle farkındalık gelişir. Dünyaya, çevreye, kendimize farkındalık. Farkındalığı oluşturduğumuz anda içimizdeki gizli kalmış cevheri ortaya koyabiliriz. Unutmayın başkalarının koyduğu kurallar içerisinde yaşayan insan kahraman olamaz. Kendinle barışık olamaz.
Kendisiyle barışık olmayan bir kimsenin dünyada hiçbir şeyle barışık olması da zaten beklenemez. İşte bizim temel sorunumuz bu aslında.
Düşünmeyi ve hayal kurmayı bıraktık. Sonra da başkalarının koyduğu kurallarda tutsak hayatlar yaşamaya başladık.
Mutsuz, umutsuz ve hayalsiz.