Eğer bu çalışma Türk demokrasisinin gelişimi üzerine olacaksa, o zaman başlangıç noktası 1.Meşrutiyet olmalı. 1860’larda aydın bir hareket olarak ortaya çıkan Genç Osmanlılar, imparatorluğun içinde zamanla büyük bir nüfus elde ederler. Bu hareketin başlıca amacı, tıpkı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, anayasal monarşi sistemini Osmanlı İmparatorluğunda uygulamaktır. Bu sebepten dolayı Genç Osmanlılar hareketinin nüfuslu simaları tarafından Sultan Abdülaziz tahttan indirilmiş, yerine V.Murat tahta geçirilmiştir. Ne var ki V.Murat akıl sağlığı sebebiyle Genç Osmanlıların talep ettiği reformları imparatorlukta uygulayacak gibi durmuyordu. Bu sebepten ötürü V.Murat yerine II. Abdülhamit tahta geçirilmiştir. II. Abdülhamit, Genç Osmanlılara tahta geçmeden önce verdiği sözü tutmuş ve Türk tarihinde ki ilk anayasa olan Kanun-i Esasiyi 23 Aralık 1876’da resmen ilan etmiş ve ilk Türk meclisi olan Meclis-i Mebusan açılmıştır. Böylece I. Meşrutiyet dönemi başlamıştır.
Ne var ki, I. Meşrutiyet dönemi pekte uzun sürmemiştir. II. Abdülhamit, 93 Harbini yani 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek meclisi süresiz olarak tatil etmiştir. Bunun sebebi ise 1876 Kanun-i Esasisi’nin padişaha çok fazla yetki vermesinden kaynaklanıyordu. Meclisin tatil edilmesinden sonra II. Abdülhamit kendisine muazzam bir güç veren bir mutlak monarşi sistemi inşa eder. II. Abdülhamit’in hüküm süresi boyunca, Yusuf Ziya Akçura’nın ‘’Üç Tarz-ı Siyaset’’ bahsedilen fikirlerden ‘’İslamcılık’’ fikri, Türk iç ve dış politikasına egemen olan fikir olmuştur. II. Abdülhamit dönemi, Batı demokrasisini ve değerini savunan ve kendisine muhalif olan bütün insanlar için zor bir dönem olmuştur. Ancak yine II. Abdülhamit döneminde okutulan öğrencilerin birçoğu şimdi yaşadığımız Cumhuriyet’in kurucuları olacaktır.
1900’lü yıllara gelindiğinde, yurt dışına gönderilen öğrencilerin birçoğu Batı kültürünü tanımış ve öğrendikleri ilkeleri savunmaya başlamıştır. Bu öğrencilerin oluşturduğu hareketin adı Jön Türklerdir. Jön Türkler, II. Abdülhamit’in kurmuş olduğu paranoyak, baskıcı ve sınırlayıcı mutlak monarşiden rahatsız olmaya başlamışlardı. Onlar tıpkı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, kendi imparatorluklarında da bir meclis talep ediyor ve padişahın yetkilerini sınırlandırmak istiyorlardı. Ayrıca, imparatorluğun içinde ezilmeye ve hor görülmeye başlayan kurucu ve öncü millet olan Türk milletinin kendi benliğine kavuşmasını sağlayacak ‘’Türkçülük’’ ideolojisini takip ediyorlardı. Bu düşünce biçimi ilk önce Jön Türk aydınları tarafından ortaya atılmış, daha sonrasında ise bürokrasi ve ordu içinde de yayılmıştır. Bir süre sonra aydın-ordu-bürokrat ittifakı diye adlandırılacak bir terim oluşacaktı, bu terimin adı ‘’Merkez’’ olarak adlandırılacaktı. Merkez’in yegâne amacı, Türk modernleşmesine öncülük etmek ve Batılı tarzda bir laik cumhuriyet kurulmasıydı. Merkez’in bu dönemde ki temsilcisi olan Jön Türkler, İttihat ve Terakki (İTC) adında gizli bir cemiyet oluşturmuş ve II. Abdülhamit yönetimine karşı bir kalkışma başlatılmıştır. Bu kalkışmanın eşiğinde meclis yeniden açılmış ve II. Meşrutiyet ilan edilmiştir. II. Abdülhamit, 31 Mart Olayı ile indirilmiş ve 8 Ağustos 1908 yılında Kanun-i Esasi’de düzenlemeler yapılarak padişahlık ‘’sembolik’’ bir düzeye indirilmiştir. Bu tarihten itibaren, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dönemi resmen başlamıştır ve imparatorluğu 1.Dünya Savaşının sonuna kadar onlar yönetecektir.
Ancak İttihat ve Terakki Cemiyeti karşısında farklı bir oluşum daha vardı. Bu oluşum, Jön Türklerin liberal kanadı tarafından oluşturulan ve Prens Sabahattin’in önderlik ettiği Osmanlı Ahrar Fırkası idi. Ahrar Fırkası’nın savunduğu görüş olan ‘’Âdem-i Merkeziyetçilik’’ yani batılı tarzda bir federalizmdi. İttihat ve Terakki Cemiyet’i ise tam tersi ‘’Merkeziyetçilik’’ görüşünü savunmaktaydı. Ahrar Fırkası modernleşmeden daha çok, imparatorluk içinde yaşayan topluluğun görüşlerini daha çok önemsiyordu. Bu sebepten ötürü Ahrar Fırkası’nın geldiği ekole ‘’Çevre’’ denmektedir. Çevre’nin yegane amacı, Türk modernleşmesinin halkı ezip geçmeden, popülist bir şekilde ve kültürü muhafaza ederek yapılmasıydı. İTC yöneticileri tarafından Ahrar Fırkası ‘’Âdem-i Merkeziyetçilik’’ görüşünden dolayı, bölücülük ile suçlandı. Ve 31 Mart Olayı ile birlikte Ahrar Fırkası’nın sonu gelmiş oldu. Bu olay Türk Tarihinde ki ilk ‘’Merkez-Çevre Çatışması’’ olarak değerlendirilmelidir. İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde Enver-Talat-Cemal Paşaların gücü ele geçirmesi ile birlikte, pan-Türkist ve pan-Turanist hayaller Merkez içerisinde yükselişe geçmeye başlar. Bu da Merkez içerisinde çatlamalar meydana getirir. 1.Dünya Savaşı ile bu hayallerin bedelini bütün imparatorluk çok büyük acılar çekerek öder.
Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile beraber Türk demokrasisi tamamıyla bir değişim sürecine girerler. İTC yöneticileri sürgün edilmiş, padişahlık makamı kaldırılmış ve egemenlik kayıtsız ve şartsız olarak Türk milletine verilmiştir. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’nın ve silah arkadaşlarının kurmuş olduğu Halk Fırkası, sonrasında Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) , bu dönemde Merkez’in yeni temsilcisi olmuştur. Ancak, Çevre de hala yaşamaktadır. Kazım Karabekir, Rauf (Orbay), Bey, Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Refet (Bele) Paşa ve Adnan (Adıvar) Bey öncülüğünde liberal muhafazakâr merkez sağ bir oluşum olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Çevre’nin yeni temsilcisi olmuştur. Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’nın, Nutuk‘ta kurucularını cumhuriyet düşmanlığı, saltanatçılık, halifecilik, İngiliz yandaşlığı, isyan kışkırtıcılığı ve vatan hainliği ile suçladığı bu fırka, toplumun muhafazakâr denilecek kemsinin desteğini almayı başarmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, hilafetin kaldırılması kararının karşısında yer almış ve laikliği Merkez’in temsilcisi Halk Fırkası gibi değil, ‘’tüm dinler için hoşgörü’’ olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bu fırka, Şeyh Sait İsyanı’na destek verdiği gerekçesiyle İstiklal Mahkemeleri tarafından yargılandı ve 3 Haziran 1925’te bütün şubeleri kapatıldı. Çok partili döneme geçişin ilk denemesi başarısız olmuştu. Merkez, Çevre’yi bir süre daha Türk modernleşmesine engel olarak görecekti.
İkinci deneme ise bizzat Mustafa Kemal (Atatürk) Paşa’nın isteği üzerine Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF)’nın kurulması ile başladı. Serbest Fırka, Ahrar ve Terakkiperver fırkalarına göre daha yapay bir muhalefete sahipti. Çünkü Ali Fethi (Okyar) Bey daha Paris Büyükelçiliğinden dönüşünde Gazi Mustafa Kemal’in önerisi ve onayı ile SCF’yi kurmuştur. Fırka içerisinde Ahmet (Ağaoğlu) Bey ve Ali Fethi (Okyar) Bey gibi birçok liberal görüşü savunan kişi vardı. Ekonomik liberalizm dışında fırkanın görüşlerinin birçoğu Cumhuriyet Halk Fırkası ile aynıdır. Bu sebepten ötürü SCF’yi Çevre’nin temsilcisi olarak değerlendirmek yanlış olur. Tam tersi, Merkez tarafından Çevre’yi denetlemek için kurulmuş bir kurumdur. Ancak SCF kurulduktan kısa bir süre sonra çok çabuk popüler olmuştur. CHF iktidarından şikâyetçi olan ne kadar kişi varsa SCF’ye koşmuş ve Ali Fethi Bey’e dert yanmıştır. SCF’nin topladığı bu geniş çaplı destek, CHF’yi kaygılandırmıştır. Özellikle Ali Fethi Bey’in İzmir mitingi tam bir gövde gösterisiydi. Ali Fethi Bey, elli bin kişiyi aşan bir kalabalık önünde yapmıştır. Ayrıca mitingin gerçekleşeceği gün CHF’ye karşı çeşitli protestolarda düzenlenmiştir. Çevre, bir temsilciye sahip olmasa bile kendi gücünü göstermekte başarılıydı. CHF, SCF’nin gericilerin yuvası olmaya başlamasından dolayı kaygılanıyor ve partinin kapatılmasını talep ediyordu. Fethi Okyar Bey tamamen iki tarafın arasında kalmıştı. 1930 İzmir olaylarının sonrasında ve Gazi Mustafa Kemal’in herhangi bir çatışmaya karşılık CHF’nin yanında yer alacağını belirtmesinden dolayı Fethi Bey, partinin kapatma kararı aldığını bildirdi. Böylece ikinci çok partili döneme geçiş denemesi de başarısız oldu. İkinci başarısız denemeden sonra artık Mustafa Kemal artık toplumun çok partili döneme daha hazır olmadığını anlamış ve Türk modernleşmesinin belki de en hızlı ilerlediği ‘’Atatürk Devrimleri’’ne başlanmıştır. Merkez 1930-1945 arasında mutlak bir otoriteye sahiptir ve Türk modernleşmesi durdurulamazdır. Bu otoriterinin yegâne kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’ün kendi kişiliğidir. Ayrıca CHP’nin bu otoriter tavırlarının sebeplerinden bir diğeri de Avrupa’da ki faşizmin yükselişidir. Demokrasiler birer birer düşmeye başlamış, onun yerine tek partili otoriter ya da totaliter rejimler ortaya çıkmıştır. Böyle bir dönemde çok partili sisteme geçmek hiç mantıklı değildir. Merkez ve onun temsilcisi olan CHP her zaman Türk iç siyasetini, uluslararası siyaset ile birlikte yürütmüştür. Realist olup, geleceği yorumlamaya çalışmışlardır. Atatürk’ün ölümünden sonra İsmet İnönü hükümetinin Türk dış politikasında uygulanan politikaların çoğu da, uluslararası siyasette her zaman dengeyi kurmak amacıyla uygulanmıştır. Türk siyaseti hiçbir zaman, dış politikadan bağımsız olarak hareket etmemiştir. Bugün bile Türkiye’de popülist bir hükümetinin var olmasının sebebini merak ediyorsanız diğer ülkelere bakmanız yeterli olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Almanya-İtalya-Japonya mihverinin yenileceği kesinleşmiş ve faşist düzenler teker teker çökmeye başlamıştır. Artık Türkiye için iki seçenek vardı; ya liberal Dünya ile entegre olacak, ya da Sovyetler Birliği’nin yanında olup Stalin’in boyunduruğunda merhamet bekleyecekler. Türkiye, liberal Dünya ile uyumlu olmayı seçti ve bunun için yegâne yol çok partili seçim sistemine geçmekti. Çok partili sisteme geçilmesini kolaylaştıracak iki adet neden vardı. Birincisi, İkinci Dünya Savaşı sonunda otoriter/faşizan sistemlerin çöküp, yerine demokrasilerin kurulması. Bir diğer neden ise ‘’Dörtlü Takrir’’i mecliste okuyan muhalif dört adet siyasetçinin, muhalefet siyasetine aç olmalarıydı. Bu dört siyasetçi sırasıyla; Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Mehmet Fuad Köprülüdür. İsmet İnönü’nün de onayıyla, bu dört siyasetçi daha sonra Demokrat Parti (DP)’yi kurarlar. DP, birçok yönden CHP’ye benzemesine karşılık bazı farklı fikirleri vardı. Bunlardan bir tanesi CHP devletçiliğine karşı ekonomik liberalizmin savunulması, bir diğeri ise CHP laikliğine karşı, ‘’tüm dinler için hoşgörü’’ şeklinde yorumlanan DP laikliğinin savunulması. Ayrıca DP’nin üyelerinin birçoğu o dönemde ki ağalardan, yerel esnaftan ve yerel burjuvalardan oluşuyordu. Bu sebepten ötürü DP’de, tıpkı Ahrar Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası gibi, Çevre’nin temsilcisidir, belki de Adalet ve Kalkınma Partisinden önce ki en güçlü temsilcisi diyebiliriz.
7 Ocak 1946’da kurulan Demokrat Parti’nin, 21 Temmuz 1946’da ki seçimde 61 sandalye bile kazanması onlar için bir zafer niteliğindeydi. CHP’liler her ne kadar seçiminin sonucundan memnun olsalar da gelen tehlikeyi sezebiliyorlardı. Ayrıca seçim sistemi ‘’tek dereceli’’ olduğu için herkes hak ettiğini alamıyordu. Bu sistem daha çok ‘’kazanan hepsini alır’’ niteliğinde bir seçim sistemiydi. Demokrat Parti’nin yükselişi ve varlığı CHP’yi de değiştirmeye başlamıştı. Adeta parti içinde ki ve tüzükte ki yenilemeler ile CHP, DP’ye benzemeye başlamıştı. İsmet İnönü’nün daimi başkanlığı kaldırılmış ve çeşitli dini konular hafifletilmiştir. Tıpkı Mustafa Kemal Atatürk’ün düşündüğü gibi, iki partide birbirlerini etkiliyordu. Fakat bu dönemde Merkez’in adayı CHP, Çevre’nin adayı DP’den oldukça etkilenmişti. 1946 seçimlerinden sonra hükümeti kurmakla görevlendirilen Recep Peker, 7 Eylül Kararları ile CHP liberal bir ekonomi politikasına yönelmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden birisi DP’nin yükselişi, bir diğeri ise kurulan yeni düzende devletçi ekonomi yerine liberal bir ekonominin tercih edilmesidir. Bir diğer neden ise İsmet İnönü’nün, ABD başkanı Harry Truman’dan Sovyet tehdidine karşı destek istemesiydi. Bu desteğe karşılık Truman, Türkiye’den Sovyet tarzı devletçi bir takım ekonomik politikalardan vazgeçmesini istemişti. Liberalleşmenin ödülü olarakta 1948-1951 arasında ‘’Marshal Planı’’ ile birlikte Türkiye, toplam 137 milyon dolar yardım almıştır. Bu liberalleşme süreci, DP’nin 1950 seçimlerini kazanmasında ki sebeplerden birisidir. Çünkü savunduklarını ekonomik planın doğruluğunu iktidar partisi olan CHP bile kabul etmiştir. 14 Mayıs 1950’de, muhafazakârlara göre nam-ı diğer ‘’Beyaz İhtilal’’ ile birlikte Demokrat Parti sonunda iktidara gelmeyi başarmıştır. Bundan sonra artık Merkez muhalefette, Çevre ise iktidardadır.
Seçim kazanıldıktan sonra Celal Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes ise başbakan olmuştur. Bu sebeple artık DP’nin öncüsü rolünü Celal Bayar değil Adnan Menderes almıştır. Adnan Menderes, Celal Bayar’a göre daha genç bir siyasetçi olmasına karşın daha toy bir siyasetçiydi. Celal Bayar’dan daha popülist bir siyaset yolu izlemesinin sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Seçim kazanılmadan önce DP’nin seçim vaatlerinden en önemlisi ve en dikkat çekeni ezanın Türkçeden orijinal dili olan Arapçaya çevirtilmesinin sözüydü. Türkçe ezan okunması Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelgesi ile resmen ve tüm yurtta uygulanmaya başlanmıştır. Bu uygulama uzun zaman boyunca İslamcı çevreler tarafından büyük tepki toplamıştır ve DP bunu kullanmayı bilmiştir. Ancak çıkarılan bu karar ile Türkçe ezan okunması yasaklanmamış, sadece ezan dili serbest bırakılmıştır. Yani ilk başlarda DP arada ki dengeyi kurmaya çalışmıştır. Ayrıca, 6 Temmuz 1950 tarihinde ilk kez haftada üç gün Ankara Radyosu’nda Kuran okunacağı belirtilmiştir. Bu karar DP’nin ilk popülist kararlarından birisidir. Din, Merkez-Çevre Çatışmasında her zaman bir kırılma noktası olagelmiştir. Buna benzer kararlar, cumhuriyetin ve laikliğin koruyucusu ve savunucusu olan ordu içerisinde çeşitli huzursuzluklara sebep olmuştur.
Elbette DP’yi gerici bir parti olarak nitelendirmek mümkün değildir. Atatürk’e Karşı İşlenen Suçlar Kanunu, Ticanilerin aleyhindeki operasyonlar, İslam Demokrasi Partisi’nin kapatılması, Said Nursî’nin DP döneminde yargılanması gibi olaylar DP’nin gericiliğe ne kadar karşı olduğunun göstergeleridir. Ancak, 2 Mayıs 1954’den sonra bir şeyler yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Özellikle Adnan Menderes’in söylemleri ve politikaları oldukça popülist ve dindar bir tavır sergilemeye başlamıştı. CHP ‘’dinsiz parti’’, DP ise ‘’dini kurtaran parti’’ olarak gösterilmeye çalışılmıştı. Ayrıca bu 1954-1960 yılları arasında, Adnan Menderes ve yol arkadaşlarının CHP’nin mal varlıklarına ve CHP’yi destekleyen gazetelere karşı izledikleri politikalar Çevre’nin bu dönemde ‘’hubris sendromu’’ yani bir güç zehirlenmesi yaşadığının canlı kanıtıdır.
1954-1960 arası dönem Merkez’de en büyük huzursuzluğun yaşandığı dönemdir. Aşırı dindar söylemler, CHP’ye yapılan saldırılar ve gasplar, gazetelerin kapatılması ve son olarak ekonomik sıkıntılar hem toplumun içinde ki aydın ve bürokrat kesimde hem de ordunun içinde büyük huzursuzluğa sebep olmuştu. Cemal Madanoğlu gibi düşünen bir grup asker ordunun içinde yavaştan örgütlenmeye başlamışlardı bile. Merkez’in içinde bile ikililikler vardı; İsmet İnönü önderliğinde CHP ve onun takipçileri demokrasiye güveniyor ve herhangi bir askeri darbenin Türk demokrasisine zarar vereceğini düşünüyorlardı. Orduda yükselişe Cemal Madanoğlu ve onu takip eden bir grup sol görüşlü aydın ve askerler ise DP’nin, ABD’ye yakınlaşmasını eleştiriyor ve laikliğe karşı hareket etmelerinden dolayı DP’yi suçluyorlardı. Ayrıca DP ‘’parti diktatörlüğü’’ kurmakla suçlanıyor ve ekonominin kötü olmasının sebebinin bu olduğu dile getiriliyordu. Nitekim Madanoğlu’nun grubu halk içinde de (özellikle üniversitelerde) çeşitli destekler bulmaya başlamıştı. 27 Mayıs 1960 darbesinden önce ki 1 ay boyunca büyük öğrenci yürüyüşleri ve eylemleri, Madanoğlu grubuna verilen desteğin kanıtıdır. 1957-1960 yılları iki tarafında aşırı sert yöntemler izlediği bir dönem olmuştur. Nitekim 27 Mayıs 1960 darbesi başarılı olarak gerçekleşmiş olmasına rağmen maalesef kanlı bitmiştir. Çevre ve onun temsilcisi DP’nin güç zehirlenmesi kanlı bir şekilde sona erdirilmiş, ancak 27 Mayıs 1960 askeri darbesi Merkez içerisinde çeşitli ayrılıklar yaratmıştır.
Berkcan Mutlu