70’li yılların hemen başında, Kennedy’den başlayarak tüm Başkanların hem Kongre’ye hem de Amerikan halkına Vietnam Savaşı’yla ilgili yıllardır yalan söylediklerini tüm çıplaklığıyla ortaya döken 7000 sayfalık ünlü Penatagon Belgelerinin dönemin Savunma Bakanlığı analistlerinden Daniel Ellsberg tarafından New York Times gazetesine sızdırılmasıyla ve tabii Başkan Nixon’un tüm yıldırıcı baskılarına rağmen Times’ın da bu belgeleri gazeteciliğin ana ilkesi olan “kamu yararını” gözeterek korkusuzca basmaya karar vermesiyle birlikte dönemin tüm devletperver Amerikan savcıları Beyaz Saray’dan gelen “zımni” emir neticesinde harekete geçerek New York Times’ın üzerine adeta bir kabus gibi çullanmışlardı.
Ki zaten, özü itibariyle aslında dönemin Savunma Bakanı Mc.Namara için hazırlanmış bu resmi belgelerin tümünü basmaya niyetlenen Times üzerindeki bu kolektif resmi çullanma hali kısa süre içerisinde meyvelerini vererek hem gazetenin bu konuyla ilgili yayın yapmasının tümüyle yasaklanmasına hem de gazete hakkında soruşturma açılmasına sebep olmuştu.
Ancak bütün bu gayri hukuki ve gayri ahlaki engellemelere rağmen hem New York Times hem de The Washington Post gazeteleri gazetecilik mesleğinden bir santim bile geri adım atmayı meslek onurlarına ihanet olarak addederek başta dönemin karanlık Nixon iktidarı olmak üzere tüm güç odaklarının gözlerinin içerisine sokarcasına bu belgeleri satır satır basmaya devam etmişlerdi.
Kamu adına gerçeklerin peşine düşen basınla, kendi çıkarlarıyla kamunun çıkarlarını arsızca lehimleyerek buradan kendisine bir Lebensraum (yaşam alanı) devşirmeye çalışan iktidarlar arasında artık yıkıcı hale dönüşen bu keskin bilek güreşinde son sözü ise dönemin Birleşik Devlet Yüksek Mahkemesi söylemiş ve mahkemeden çıkan o tarihi karar neticesindeyse Amerika’nın kurucularının, demokrasideki asli görevlerini yerine getirmeleri için “özgür basına” gereken korumayı sağlayacakları; çünkü ülkedeki basının temel görevinin halkı yönetenlere değil, bizatihi “halkın kendisine” hizmet etmek olduğu vurgulanmıştı.
İki büyük gazetenin Amerikan basın ve demokrasi tarihine geçmiş bu ışıltılı hikayesi, 2017 yılında Hollywood’un harika çocuğu Steven Spielberg tarafından beyaz perdeye başrollerinde Tom Hanks ve Merly Streep’in oynadığı The Post filmiyle kusursuz bir biçimde taşınırken, bu unutulmaz filmin bir sahnesinde ulusal savunmaya zarar verdiği gerekçesiyle, pardon palavrasıyla, kamu tarafından “plakası alınan!” New York Times’a ilişkin kaygı dolu haberleri tüm yazar ve muhabirleriyle birlikte gazetenin basıldığı merkezde televizyon başında takip eden The Washington Post kadrosundan bir muhabirin; “Neyse ki bu rezilliğin içerisinde değiliz!” yersiz ve tabii korkak çıkışının hemen ardından, filmde Tom Hanks’in hayat verdiği gazetenin Genel Yayın Yönetmeni Ben Bradlee’nin gerçek bir gazetecinin kim olduğuna ya da nasıl bir ruh hali taşıması gerektiğine dair bir manifesto niteliği taşıyan o nefis çıkışı duyulur; “Bu rezilliğin içerisinde olmak için sol yumurtalığımı bile verirdim!”
İşte herkesin nedense bir hesabının olduğu Mehmet Baransu da, yaptıkları haberlerle tarihin ilk taslağına imza attıklarına inanan ve bu sebeple ya da heyecanla da aslında gerçeğin ta kendisine tekabül eden malum rezilliklerin içerisinde olmak uğruna sol yumurtalığını bile feda etmekten asla çekinmeyecek bu memleketin ender sayıdaki gerçek gazetecilerinden birisiydi. Hadi adını koyalım artık, birincisiydi. Ki nitekim bavul bavul ifşa ettiği o “rezillikler” deryası ona bir sol yumurtalığa mal olmadıysa da, özgürce yaşayabileceği yaklaşık 8 yılına mal oldu!..
Halk adına iktidarın gücünü denetleyerek gerektiğinde iktidardan kamu adına hesap soracak olan bir gazetecinin 1000 yıl gibi, evet evet yanlış okumadınız, tam 1000 yıl gibi bu yerkürede daha önce hiçbir otoriter-totaliter yönetimlere nasip olmamış böylesine korkunç bir cezayla yargılanıyor olmasının tek bir sebebi vardır aslında; o da Birleşik Devletler’in aksine bu yalnız ve güzel ülkenin Türk, Müslüman, Sünni ve Laik “kurucu aklının” demokrasideki asli görevlerini yerine getirmeleri için “özgür basına” gereken korumayı sadece şimdilerde değil cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bilerek, isteyerek sağlamamış olmasıdır; sağlamadığı gibi de bir türlü kontrol altına alamadığı, ehlileştiremediği özgür basından ve o basının Mehmet Baransu gibi az sayıdaki yürekli gazetecilerinden ölesiye nefret etmesidir.
Çünkü yine Atlantik ötesinin aksine devleti ve milleti ile bu ülkede basının temel görevinin halkın kendisinden ziyade; bu halkı yönetenlere hizmet etmek olduğuna inanılmaktadır. Zaten sadece gerçeğin peşinden koşmuş bir basın emekçisinin yıllarına devlet ve iktidar eliyle bu kadar aleni bir biçimde el konulmasının toplum nezdinde hiçbir karşılığının olmaması da, işte bu korkunç “zihinsel” işbirliği ya da kirli koalisyonlarla açıklanabilir ancak.
Mehmet Baransu isteseydi şu an havuz medya yapılanmasının en tepesinde, en yüksek maaşla çalışan günümüzün gazeteci görünümlü o parti komiserlerinden birisi olmayı kolayca başarabilirdi. Zira, ünü, mesleki yeteneği ve karizması buna fazlasıyla müsaitti. Ki özellikle 17- 25 Aralık sonrasında bu konuda kendisine dudak uçuklatan maddi tekliflerin geldiğine dair ciddi bilgilerimiz de mevcuttur hani…
Ancak o bütün bu imkanları kabul etmesinin aslında mesleğine ve her şeyden önemlisi de kendisine ihanet etmek olacağının farkında olarak ehlileştirilmiş, kontrol altına alınmış bir gazete memuru olmak yerine, bu dönemlerin “tek başına” New York Times’ı ya da The Washington Post’u olmayı tercih ederek bağımsız, özgür bir basının ve gazetecinin nasıl olması gerektiği konusunda hem cari zalimlere hem de kendisi söz konusu olduğunda nedense bu zalimlerle iş birliği yapmalara doyamayan bazı utanmaz işbirlikçilerine hızlandırılmış “gazetecilik kursu” vermeye devam etti.
Ancak ne yazık ki, gazetecilik mesleğinin ne olduğuna dair şu ana kadar hiçbir fikri ya da bilgisi olmamış, düşünce evrenlerini sıklıkla kullandıkları milliyetçi ya da ulusalcı sloganlarla, komplo teorileriyle süslemeye alışmış böylesine duyarsız bir halkın hizmetine sunulan bu basın kursunun bedeli hem Baransu hem de onun kıymetli ailesi açısından çok ağır oldu!
Kendisinin tırnağı bile etmeyecek gazeteci görünümlü bazı hokkabazlar “yürekli gazeteci” diye kendilerini sağa sola arsızca pazarlayıp buradan bir kahramanlık destanı yaratmaya çalışırlarken; o yüreğe yıllardır itinayla ev sahipliği yapmış Baransu ise bir avuç insanın kendisinin özgürlüğünü sağlamak için yıllardır verdikleri çetin kavgalara rağmen mesleki yaşantısının en verimli dönemlerini soğuk bir mahpushane damında saçma sapan suçlamalara “savunmalar” hazırlayarak geçirmek zorunda kaldı, bu tahammül edilemez kifayetsizlik sürdüğü sürece de daha uzun yıllar geçirmek zorunda kalacak belli ki..
Uğur Güney Subaşı. Mart 2022, Adana
(Başkanı bırakın, Baransu’yu bırakın, tüm siyasi rehineleri bırakın)