O yıllarda emektar apartmanımızın hemen önünde bulunan ve camları tümüyle kırık olduğu için de tersi son derece sert olan meşhur Adana ayazını gün boyunca içerisinde konuk ettiği anlaşılan o bakımsız, soğuk telefon kulübesinin içerisine bir kış günü kendimi güç bela attığımda, bir yandan ev telefonumuzun borcundan dolayı kapandığı gerçeğini telefonun diğer ucundaki güzeller güzeli Kıvırcığa bir şekilde hissettirmemenin planlarını yaparken ve konuşma esnasında soğuktan titreyen ellerime kuvvetle muhtemeldir ki sesimin de eşlik edecek olmasından mütevellit o planımın hayata geçmeyecek olmasının keskin endişesini iliklerime kadar hissederken; öte yandan da ama yanında ama telefonun diğer ucunda, her duyduğumda, her denk geldiğimde bana dair ne varsa “dinlene dinlene” kolayca esir alabilen, tüm metabolizmamda “çarpan etkisi” yaratarak beni duvarlardan duvara vurmayı başaran o muhteşem sesin ruhumda bir kez daha sebep olacağı kusursuz fırtınaların yoğun heyecanını yaşamıştım.
İşte Yusuf Tunaoğlu, Sergen Yalçın ya da Karpatların Maradonası Gheorghe Hagi gibi sıra dışı futbolcuların ne kadar yetenekli olduklarını kanıtlamak için içerisinde “adam çalımladıkları!” o telefon kulübelerinden birinin içerisi, insanın futbola dair yeteneklerinin yerine bu sefer insana dair, özellikle de o yaşlarda yüreği kıpır kıpır atan romantik bir delikanlıya dair 2 muhteşem duygunun, korkunun ve heyecanın, o kısa süreye rağmen zaman zaman birbirleriyle kıyasıya rekabet ederek ayrı ayrı, zaman zaman tek bir hissin, tek bir duygunun etrafında bir “kartel” oluşturarak birleşmiş bir şekilde bir insanın ruhunu, ruhuyla da yetinmeyerek gün boyunca kulübede istihdam edilen ayazın pençesine çaresizce düşmüş bir bedeni ona “titrediğini ve hatta donduğunu” unutturarak nasıl etkisiz hale getirebileceğinin gövde gösterisine sahne olmuştu.
Ve kaderin ne garip bir cilvesidir ki, tepeden tırnağa sırılsıklam aşık olduğum o güzel dünlerimden yıllar sonra memleketin tümünü olmasa bile en azından memleket şehirlerinin büyük bir bölümünü cari yağmacıların elinden kurtardığımız son yerel seçim zaferi sonrasında gördüklerimle, hissettiklerimle kendimi yeniden o sakil telefon kulübesinin içerisinde bulmuş durumdayım! Evet, daha önceki bir yazımda da belirttiğim üzere, sıkı bir mücadele verildiğinde, tüm farklılıklarımızı bir kenara bırakarak “doğrunun” ve “güzelin” etrafında “ama”sız olarak birleşilebildiğinde kanayabildiklerini, kaybedebildiklerini, rahatça yenilebildiklerini görmüş ve göstermiş olduğumuz için elbette son derece heyecanlı ve mutluyum. Hatta o unutulmaz gece boyunca kutlamaları takip ederken sevinç gözyaşlarımı sık sık silmek zorunda kaldığımı da itiraf etmeliyim!
Ancak buna mukabil, bizlere, yani tüm muhaliflere karşı hissettikleri o ölümcül nefretlerini asla hafife alamayacağımız organize bir kötülükle, şeytani bir rejimle karşı karşı olduğumuz için de, fragmanını Van’da gördüğümüz üzere bu doyumsuz mutluluğumuzun ve geleceğe dönük iyimser umutlarımızın üzerine karşılarına çıkan her şeye çöktükleri gibi hunharca çökerek az biraz mutlu olmamızın, yüzümüzün gülmesinin bedelini bize çok fena ödetecek olmalarından da fevkalade ürkmekteyim. Üstelik bu konuda tek olmadığımın, milyonlarca insanın benim gibi hissettiklerinin, benzer endişelere sahip olduklarının da gayet farkındayım. Zira, birçok duyguyu aynı anda yaşadığım o eski, o soğuk telefon kulübesinin şimdilerde hayatın bizatihi kendisine dönüşmüş olması yetmezmiş gibi, bir de üzerine bu yalnız ve güzel ülke için gerçekten tasalanan tüm dürüst ve namuslu insanların, o izbe telefon kulübesinin içerisinde birçok duyguyu aynı anda yaşamak zorunda kalan malum delikanlıya dönüştüklerini çok rahat bir biçimde görüyorum, hissedebiliyorum.
Peki bütün bu veriler ışığında bu tarihi didişmenin sonu nereye varacaktır böyle? Gün sonunda heyecanımız mı yoksa kadim korkularımız mı daha baskın gelecektir? Yoksa sevinirken bile “korkmayı” elden bırakamayacağımız burnumuzdan getirilen günler bizlerin makus kaderi haline mi gelecektir? Birçok konuda haklı ya da haksız fikirleri olan ve amatörce de olsa o fikirlerini yıllardır kalemle kağıtla buluşturmuş olan bir sosyal medya yazarı olarak inanın ben de bu konuda net bir öngörüye sahip değilim.
Ancak size şu kadarını rahatlıkla söyleyebilirim ki, en yukarıdan en aşağıya, en yenisinden en eskisine, inanılmaz büyük bir hırsızlığın, yağmanın, suçun, haramın ve ayıbın üzerinde oturdukları için, belli ki karanlıklarda vuruşmadan asla ama asla geri çekilmeyeceklerdir. Parti – devlet bütünleşmesiyle devlet imkanlarını seferber ederek her türlü hukuksuzluğu, ahlaksızlığı sergilemekten geri durmayacaklardır. Delal ve Dılda’nın, Gezi tutsağı Tayfun Kahraman’ın dünyalar meleği kızı Vera’nın ve diğer tüm tutsakların evlatlarının babalarına ya da annelerine yeniden kavuşmalarını engellemek için heybelerinde ne kadar zalimlik, ne kadar kötülük varsa, onları kuşanmaktan çekinmeyecekler, utanmayacaklardır. Arkalarında “küller ülkesi” bırakama pahasına da olsa, her tarafı acımasızca yakıp yıkma ihtimalinden hiçbir şekilde vazgeçmeyeceklerdir. Bizim heyecanlarımızın, sevinçlerimizin, umutlarımızın içinden korkularımızı hiçbir şekilde eksik etmeyerek bundan sadistçe bir haz almaktan asla bıkmayacaklardır.
Uğur Güney Subaşı
(Başkan’ı ve diğer tüm siyasi tutsakları bırakın. Aksi halde iflah olmayacaksınız, ki gördüğünüz gibi de olmuyorsunuz!)