Hem cep telefonları o tarihlerde henüz bu kadar yaygın bir şekilde kullanılmadığı için hem de o yıllarda hemen hemen her evde bulunan sabit telefonların böyle hüzün dolu bir konuşmayı yapmaya uygun olmayacağını düşündüğüm için, o ana kadar belki de hayatımın en zor telefon konuşmalarından birini yapmak üzere bir süreliğine de olsa “sessizliğiyle” o konuşma esnasında benim için zamanı kolayca durdurabileceğine; “kimsesizliğiyle” de yine bu konuşmanın ardından kuvvetle muhtemeldir ki kendi üzerime yıkılabileceğim elverişili bir ortamı bana bonkörce sağlayabileceğine inandığım Adana Galleria’nın tıpkı günümüzde olduğu gibi o yıllarda da yine atıl durumdaki 2. katında bulunan kartlı telefon kulübesine doğru ürkek adımlarla yaklaştığımda, merhum babasını daha genç sayılabilecek bir yaşta amansız bir hastalığa kurban vermek zorunda kalan Kıvırcığa telefonda “Başın sağ olsun” dışında başka ne söyleyebileceğim, ya da bu kısa cümleyi söylemeye bile genç dermanımın nasıl yetebileceği konusunda hiçbir fikrim ya da planım yoktu.
Hatırladığım kadarıyla aslında o hüzün dolu sessiz gecede sadece tek bir hedefim vardı; o da kendi icadım olan bir zaman diliminde, geçip giden zamandan hiçbir şekilde etkilenmeyen, eskimeyen duygularımla yüreğine koşulsuz olarak “talip ve teslim” olduğum dünyalar güzeli Kıvırcığın, yüreğimi ateşlerde dağlayan o korkunç matemine “kısa süreliğine de olsa” ortak olabilmek için yapacağım hayatımın o en zor telefon konuşmasının öncesinde olduğu gibi, bu konuşmanın sonrasında da sadece tek bir kişinin katılabileceği, dolayısıyla da sadece tek bir kişinin ağlayabileceği o “sembolik” cenaze törenine katılabilecek gücü ve cesareti hala kendimde bulabilmekti. Ancak olmadı, yapamadım. Yaklaşık 10 saniye bile sürmeyen o unutulmaz telefon konuşması, pardon karşılıklı ağıdın sonrasında, onun haklı sebeplerle benden esirgediği ilgisinin ve sevgisinin bünyemde sebep olduğu ağır hasarları yıllarca “tek başıma” taşımayı bir şekilde başarmış ve ne yazık ki bu gerçeğe de zamanla alışmış olmama rağmen, onun acısını o karanlık, o izbe kulübenin yanında yine “tek başıma” taşımaya bir türlü cesaret edemedim ve kulağımdan başlayarak tüm bedenimi sinsi bir düşman gibi esir alan o dayanılmaz sızıyı tıpkı elimdeki telefon kartını fırlatıp attığım gibi fırlatarak söz konusu törene sadece kendimin katılabilmesi için özenle seçtiğim o izbe mekandan kıçıma sıcak asfalt değmişcesine koşarak kaçıp gittim.
Ve işte bu ergen kaçışımın üzerinden tam 24 koca yıl geçtikten sonra bu sefer bir “cenaze töreni” için değil, olası bir “kutlamaya” yine “tek başıma” rahat rahat katılabilmek için, her ne kadar teknolojideki inanılmaz gelişmelere yenik düştüğü için şimdilerde yerinde yeller esiyor olsa da, bir zamanlar önünden ağlayarak ayrılmak zorunda kaldığım kartlı bir telefon kulübesinin olduğu aynı izbe katta, yine bu sefer korkuyla ya da derin bir hüzünle değil, insana zamanı unutturan büyük bir heyecan ve umutla adeta hazır kıta olarak bekliyorum.
“Tek adam sonunda kaybetti. Biz çok insan kazandık!” müjdesini aldıktan hemen sonra sırf bu suç ve günah düzenine biat etmedikleri için, etmedikleri gibi de bu yağma rejimine karşı isyan bayrağını göklere çekmekten zinhar çekinmedikleri için zamanları çalınan, yıllarca itibar suikastlerine maruz kalan, mallarına mülklerine hukuksuzca, utanmazca çökülen, yetmedi hayatları göz göre göre ellerinden alınan insanlar için önce eski Adana tribünleri günlerimden kalma sağlam çığlıklarımdan birisini atacağım ortamın kör karanlığından kendime güç devşirerek. Ardından da eskiden yazarak döktüğüm bütün o göz yaşlarımın dümenini, bu rezil kabusun sonunda bitmesi şerefine bu sefer mutluluk göz yaşlarına kırarak ve tabii hal böyle olunca da o göz yaşlarımın vanasını sonuna kadar açarak hakkını vere vere, doyasıya ağlayacağım.
Hemen akabinde de, sanki yanımda zamanla “dirayetin ve cesaretin” nadide bir simgesi haline dönüşen Başak Demirtaş varmışcasına “Geliyor iki gözümüzün çiçeği, geliyor Başak Hanım!” diye haykırarak sesimizi ve özlemimizi Adana’dan taaa Edirne’ye ulaştırmaya çalışmak gibi gayet imkanız bir projenin baş yüklenicisi olacağım! Ardından hayali de olsa Mehmet Baransu’nun eşi Nesibe Baransu’ya zihnimden bir kutlama mesajı çekerek “Siz eşinize, biz de gazetecimize kavuştuk Nesibe Hanım!” diyeceğim, arkamdan edilecek onca haksız ithamlara zerre aldırmayarak ve tabii bu ithamlara zerre pabuç bırakmayarak…
Kıymetli Ayşe Buğra hocamızdan bu toprakların görmeye pek alışık olmadığı gerçek bir burjuva olan Osman Kavala’yı birlikte karşılama sözünü aldıktan hemen sonra, Alparslan Kuytul’un “dinsiz” olan ender dinleyecilerinden birisi olarak onu Adana şehrinin girişinde karşılayarak,“Geçmiş olsun hocam, şehrine, seni seven insanların arasına yeniden hoşgeldin” diyeceğim ona. Sansürdeki Kral Hakan Şükür’ü arayarak, bundan sonra onun hakkında yazacağım tüm yazılarımı İstanbul ya da Sakarya fark etmeksizin nerede olursa olsun onun yanına giderek ona okuyacağımı söyleyeceğim. Nudem’imizi, Roger Waters’tan alacağım yeni bir gitarla cezaevi kapısında, kalemini satmaktansa kırmayı tercih eden gerçek basın emekçilerinden birisi olan Can Dündar’ı da havalimanı dış hatlar bekleme salonunda karşılayacağım.
Gecenin bayrağı yavaş yavaş sabaha devretmeye başladığı zaman diliminde ise, eskisinin aksine can havliyle koşarak ya da kaçarak değil, geride bırakılan çılgın gecenin tadını doyasıya çıkarta çıkarta ağır adımlarla ayrılacağım zamanla benim “sığınma” mekanım haline dönüşen o emektar telefon kulübesinin bulunduğu izbe kattan. Ve muhtemeldir ki, her ideolojiden, her inançtan, her ırktan, her mezhepten binlerce ve hatta on binlerce insanın o muhteşem kavuşmalarına uzaktan da olsa tanık olmuş ve bu eşsiz tanıklığını da kalemle kağıda dökebilmiş olmanın derin huzurunda bir daha dönmemek üzere veda edeceğim o kata, o kulübeye ve o Kıvırcığa.
Uğur Güney Subaşı. Nisan 2023, Adana
Bizi ayıran,ayrıştıran ve kutuplaştıran suni problemleri, izm’leri bir kenara bırakıp Türkiye toplumları olarak farklılıklara saygı göstererek ortak paydada buluşmalıyız.
Ki yıllardır toplumu din,kader,kaanaat ve itaat ile kandıran ve eşekleştiren(bu ifade Ali Şeriati ye aittir) ve sömüren bu zihniyeti ve rejimi sonlandırmalıyız. Türkiye toplumlarının artık barış kardeşlik huzur güven ve refah içinde yaşayıp uygar milletler seviyesine çıkması lazım