Neden bir insan tutmadığı, renklerine gönül vermediği, kaybettiğinde ağlamadığı, kazandığında soluğu caddelerde almadığı takımının değil de, Başakşehir gibi kamu kaynaklarıyla semirtilen “suni” bir takımın şampiyonluk kutlamalarına bu kadar canhıraş şekilde katılır; orada sahanın ortasında arz-ı endam ederek mutluymuş gibi rol yapma ihtiyacını hisseder? Kulüp taraftarlığı gibi insanın mantığıyla değil, duygularıyla hareket ettiği böylesine “irrasyonel” bir sektörde ya da alanda bir insanı bu kadar makineleştiren, onun duygularını bu denli hasır altı etmesine sebep olan resmi ya da gayri resmi ne mecburiyeti olabilir ki?
Evet, fotoğraftan da anlayacağınız üzere Başakşehir’in şampiyonluk kutlamalarına katılan ulusal reisimizin mahdumu Bilal Erdoğan’dan söz ediyorum. Babasının Fenerbahçeli olmasından mütevellit fanatik olmasa bile kendisinin de bir Fenerbahçe taraftarı olması kuvvetle muhtemel bu genç adamın, camiası, taraftarı olmayan böylesine tuhaf, böylesine itici bir takımın şampiyonluk sevincine ortak olması size de biraz garip gelmiyor mu?
Açıkçası ben bu abartılı sevinç gösterisinin iki temel sebepten kaynaklandığını düşünüyorum. Birincisi; AKP içindeki şiddetli güç savaşlarının önemli bir aktörü olan Berat Albayrak’a, ki kendisi Başakşehrin şampiyonluktaki rakibi Trabzonspor’a verdiği maddi manevi desteklerle ön plana çıkıyordu, futbol üzerinden bir üstünlük sağlamış olmanın vermiş olduğu o doyumsuz heyecan. Diğer ise İslamcıların kendilerinden olmadıklarını düşündükleri kalabalık kitleler nezdindeki dinmek bilmeyen “saygınlık” açlıkları!
Başta siyaset ve spor olmak üzere hayatın hemen hemen her alanında “kazanarak”, “hükmederek” ya da destek verdiklerinin bir şekilde kazanmasını sağlayarak bu saygınlık açlıklarını doyurabileceklerini, dindirebileceklerini düşünüyorlar, ya da bunun hayalini kuruyorlar. Ancak iktidarda geçirdikleri onlarca çileli yıl göstermiştir ki ne oturdukları saraylar, ne kazandıkları yüklü paralar, ne de kamu kaynakları sponsorluğunda imza attıkları o gösterişli zaferler onlara bu imkanı hiçbir şekilde sağlamıyor. Sağlamadığı gibi elde ettikleri her yeni zaferle birlikte toplumun geniş bir kesiminin gözünde birer nefret objesi haline dönüşmelerinin önüne hiçbir güç geçemiyor!
Zaten bu sebepledir ki yapamadıklarını gönüllerince yapan, söyleyemediklerini korkusuzca söyleyen, yazamadıklarını özgürce yazan, yaşayamadıklarını inadına yaşayan ve hissedemediklerini en içten, en insani şekilde hissedebilen herkesi ve her şeyi zaferlerinden doğan “saygınlık” haklarının kendilerine teslim edilmesinin önünde birer engel ya da yok edilmesi gereken birer düşman olarak görüyorlar ve onlardan doyasıya nefret ediyorlar!
Oysa bilmiyorlar ki “saygınlık” kazanmak için kamu kaynaklarıyla semirtilen böylesi “suni” takımların şampiyon olmasına ( ya da yapılmasına ), girilen her seçimin kazanılmasına, haddinden fazla servete sahip olunmasına ya da devletin tümüyle ele geçirilmesine hiçbir şekilde ihtiyaç yok. Kendileri gibi olmayan, inanmayan, düşünmeyen, yaşamayan herkesi “taş kafalılığın” çarmıhına germeyi artık bir kenara bırakarak hararetle ihtiyaç duyulan o “takdir edilmeye” herkes kolaylıkla kavuşabilir. Yeter ki kinlerini dinlerine dönüştüren o nefretten, o düşmanlıktan bir şekilde arınabilsin insanlar.
Uğur Güney Subaşı. Temmuz 2020, Adana