Benim gibi küçük yaşlarınızdan itibaren futbol oyununa gönlünüzü kaptırmışsanız eğer, eminim ki büyük bir sevda ile bağlı olduğunuz takımınıza ve o takımınızın sizin nazarınızda sonsuz bir değere tekabül eden renklerine vurulma hikayeleriniz tüm futbolseverlerde olduğu gibi üç aşağı beş yukarı birbirleriyle büyük benzerlikler gösterir. Ya ailenizden almışsınızdır bu derin tutkunuzu ya da küçük yaşlarınızda başladığınız okulunuzdaki arkadaş ortamlarından etkilenilerek, ki bu durumlarda dönemin en başarılı ve popüler kadrolarına sahip olan takımlar doğal olarak hep bir adım öne çıkmışlardır, takım tercihinde bulunmuşsunuzdur.
Oysa ne ilginçtir ki, beni Galatasaraylı yapmak için avını gözüne kestiren ihtiraslı bir avcı gibi pusuda bekleyen babamın aksine beni bu nefis renklere ve tabii armaya aşık eden ilk etken; şimdilerde mumla aranılan o güzel dünlerde Galatasaray’ın sağ ve sol beklerinde başarıyla görev yapan İsmail Demiriz ile Semih Yuvakuran’ın 1985 yılında UEFA Kupa Galipleri Kupası’nda oynanan Bayer Uerdingen maçına sadece sarı-kırmızı forma ile değil, aynı zamanda sarı saçlarıyla da çıkmış olmalarıydı! Belli ki o çocuk zihnimde esmer ya da “kara yağızlı” olmak “geri kalmışlığı”, yerelliği” ve yenilmişliği temsil ederken; sarışınlık, beyaz benizlilik ise “çağdaşlığı”, “evrenselliği” ve sürdürülebilir başarıyı temsil etmekteydi. Bu sebeple de her ne kadar Galatasaray o gece maçı 2-0 kaybetmiş olsa da, sahip olduğu 2 sarışın futbolcuyla Avrupalı takımlardan aslında hiçbir eksiğinin olmadığını ve hatta Avrupalı olmaya en yakın memleket takımı olduğunu en azından bana ziyadesiyle ispatlamayı başarmıştı.
İşte 80’lerin ortalarında atılan bu Avrupai “sarı temel”in üzerine, bu sefer aynı 80’lerin sonlarına doğru kadrosundaki sarışınlarıyla esmerleriyle Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda önüne çıkan tüm rakiplerini bir bir devirerek yarı finale kadar yükselen ve bu anlamda memleketin spor tarihi yazıcılığına tek başına soyunan şanlı Galatasaray’ın bir lig maçı için geldiği Adana’da tıpkı kendisi gibi o yıllarda en fazla yıldıza sahip olan Mavi Sürmeli Oteli’nin önünde gecenin bir vaktinde sırf elimde tuttuğum yerel “kırmızı gülleri” efsane sol ayak Prekazi ve dönemin en büyük golcüsü Tanju’ya atabilmek için babamla birlikte beklemiş ve babamın sırtına çıkarak da bu müthiş hayalimi gerçekleştirmiş olmam çıkılınca, benim tüm hücrelerimle Galatasaraylı olma, kendimi gerçek bir Galatasaraylı gibi hissetme dönemim de böylece başlamış oluyordu.
Uerdingen eşleşmesini baz alırsak an itibarıyla yaklaşık 38 yılı kapsayan bu uzun ama muhteşem geçen dönemde sayısız lig, kupa, süper kupası ve TSYD şampiyonluklarıyla beraber Avrupa Kupalarında çeyrek finaller, yarı finaller ve en sonunda da Avrupa’da şampiyonluklar gördüm ben. Hagi, Prekazi, Bülent Korkmaz, Tugay, Drogba, Sneijder gibi çok büyük futbolcuların insanı mutluluktan zamanı unutmasına sebep olan muhteşem performanslarına tanıklık ettiğim gibi, ilklerin ve enlerin takımı olan Galatasaray’a asla yakışmayacak futbolculardan performans dilendiğim de oldu!
Ancak ne olursa olsun, hangi kadrolara sahip olursa olsun Galatasaray beni hiçbir zaman yarı yolda bırakmadı, utandırmadı. Keder değil hep sevinç gözyaşları döktürdü bana. Hayatın hiçbir alanında yaşayamayacağım heyecanları yaşattı bana. Sürekli kazanarak benim gibi bu lanet hayata kaybetmek için düşen tüm “olağan kaybedenlerin” de kendisiyle birlikte kazanmalarını ve kısa bir süreliğine de olsa mutlu olmalarını sağladı. Forma verdiği döneminin tartışmasız en klas, en eşsiz futbol emekçilerinden birisi ve hatta birincisi olan Kral Hakan Şükür sayesinde esmer ya da “kara yağızlı” olarak da Avrupai olunabileceğini ve hatta Avrupa’da KRAL dahi olunabileceğini ispatladı bana.
Ki benim Galatasaraylı olmamı yazının girizgah bölümünde uzun uzun anlattığım malum “sarı bekler” sağlarken, benim Galatasarayla tam anlamıyla gurur duymamı ise, sahada terinin son damlasına kadar amansızca mücadele ederek formasındaki armanın önemini sadece bana değil, tüm sarı kırmızı sevdalılarına delicesine haykıran ve uzun yıllara yayılan bu insan üstü sportif performansı sayesinde de bana “İyi ki Galatasaraylı olmuşum” dedirterek belki de hayatın tek alanında “şükretmemi” sağlayan o esmer kral Hakan Şükür olmuştu.
Zaten kendisinin benim hatıra defterlerimde bu kadar kıymetli, bu kadar özel bir yeri işgal etmesinin sebepleri arasında sadece, onun bizim kuşağımızın Metin Oktay’ı fazlasıyla aşmış Metin Oktay’ı, bizim kuşağımızın evlat sahibi olanlarının çocuklarına anlatabilecekleri “havada asılı kalabilen” ya da kafasıyla şut atabilen birinci sınıf santraforu olarak rekorları paramparça etmiş büyük golcüsü olması yoktu. O, sarı temel üzerine çıktığı esmer krallığı ile bizlerin gönül verdiği, aşık olduğu renklerle gurur duymamızı sağlayan ikonik bir karakterdi de aynı zamanda. Günümüzün hiçbir iktidar hesabının, hiçbir sportif rekabetin ve bu rekabetin emzirdiği kıskançlıkların bu sarih gerçeği örtemeyeceği, hasır altı edemeyeceği ve değiştiremeyeceği.
Uğur Güney SUBAŞI