Orchis Mascula’nın aslında mor orkide demek olduğunu, bu orkidelerin güneşte ya da gölgede, İspanya’da ya da Sibirya’da…Neredeyse her yerde ve her iklimde rahatça yaşayabildiklerini, ancak tuhaftır ki asla yalnız yaşayamadıklarını, köklerini ona bağlayarak kendi küçük ekosistemlerini rahatça oluşturabilsinler diye yanlarında hep bir eşleri olmak zorunda olduğunu, söz konusu bu doğal bağlantının türlü sebeplerle kopması ya da kopartılması halindeyse her yerde, her iklimde rahatça yaşayabilmeleriyle ün yapmış olan bu mor orkidelerin öylece solup gittiklerini, bir insanlık ve savaş suçu olan atom bombasının Los Alamos-New Mexico çöllerindeki yapılış serüvenini anlatan ünlü Manhattan dizisinin 1. Bölümünde bir kadın biyoloğun ağzından ilk defa duyduğumda belki ileride bir gün bir yazımda kullanırım diye hemen bir yerlere not ettiğimi çok iyi hatırlıyorum.
İşte o gün geldi galiba.
Doğuştan sahip olduğu ya da sonradan edindiği nadide özellikleri sayesinde tıpkı Orchis Mascula’lar gibi güneşte ya da gölgede, İspanya’da, Sibirya’da ya da Türkiye’de, her iklimde, her kültürde ya da ülkede rahatça yaşayabilecek olan; ancak buna mukabil diğer Orchis Mascula’lardan farklı olarak köklerini bağlayarak kendi ekosistemini oluşturduğu kıymetli eşi olmadan da yaşayabilmeyi, ayakta durabilmeyi zamanla öğrenen ya da İslami soslu cari faşist rejimin sebep olduğu mücbir sebepler yüzünden öğrenmek zorunda kalan bu toprakların tartışmasız en hayran olunası, en kıymetli Orchis Mascula’sı, yani mor orkidesi olan Başak Demirtaş’ın, eşi olmadan solup giden diğer mor orkideler gibi zamanla öylece solup gitmesi ve hatta ailesiyle birlikte bu topraklardan tümüyle silinmesi için heybelerinde ne kadar utanmazlık ve barbarlık varsa onun ekosistemini çökertmeye adayan malum utanmazların yine bir bir ortaya saçıldıkları ve kendilerine verilen rezil direktifler doğrultusunda alçaklaşmaya ve alçalmalara doyamadıkları kabus dolu bir haftayı daha geride bırakmış olmanın haklı öfkesini ve yorgunluğunu taşımaktayız cümleten.
Bir yandan, Amerikanın Vietnam Savaşı’ndaki o kahredici ateş gücüne rağmen evleri ve aileleri bir ömürlük ağır işe bedel olduğu için bu orantısız, vahşi güce asla boyun eğmeyen ve tüm imkansızlıklara rağmen sonunda Amerika gibi bir süper güce boyun eğdirmeyi başaran Vietnamlı asil ve yürekli köylüler gibi evi ve ailesi, bir ömürlük ağır işe bedel olan böylesine yürekli bir kadının, bir eşin, bir annenin, bir öğretmenin, belki de Anadolu coğrafyasının gördüğü en kıymetli Orchis Mascula’larından birisinin, yeri ve zamanına bakmaksızın doğruları söylemek gibi “kronik” rahatsızlıkları bulunan lider eşinin özgürlüğüne ( + benim gibi seçmenlerine) yeniden kavuşması için yıllardır neredeyse tek başına kahramanca yürüttüğü “adalet”, “hukuk”, “hakkaniyet” mücadelesinde kendisine verebileceğimiz desteğin ne yazık ki son derece sınırlı olmasından mütevellit bu konuda kahır dolusu hayıflanırken (+ epey de utanırken); öte yandan bu “miskin”, bu “bencil ve duyarsız” toplumun, bu kadar çetin haksızlıklarla mücadele etmeye çalışan böylesi asil bir insana hani bırakın destek olmayı, insanın bu topraklara dair yeşerttiği umutlarını tekmil-i birden geri çekmesine sebep olacak türden bir duyarsızlıkla ona adeta köstek oluşu karşısında kahrolup durmaktayız uzun süredir.
Memleket üniversitelerinde okumak için dershane sıralarında amansızca dirsek çürüttüğümüz o Çukurova dünlerinde, Allah selamet versin asabi, heyecanlı ve aynı zamanda da sıkı bir Kemalist olan yaşlıca bir tarih hocamız vardı. O dönemlerde toplumda sık sık görülen tuhaflıklara sinirlenerek; “12 Eylül faşist askeri darbesini yapanlar bu memleketin genleriyle oynadılar çocuklar genleriyle!” deyip dururdu hep.
Hani doğrusunu söylemek gerekirse başımızda kavak yelleri istihdam ettiğimiz o dünlerimizde bu tiradın ne kadar doğru ve önemli olduğunu anlamaktan bir hayli uzaktık. Ancak yıllardır büyük zalimliğin ve nefretin açık hedefi haline getirilen Demirtaş ailesine reva görülen tecritten sonra artık çok daha iyi anlıyorum ki, bu memleket insanının sadece genleriyle değil, vicdanıyla, ahlakıyla, mantığıyla ve her şeyden kıymetlisi de sağ duyusuyla fena halde oynamışlar!.
Zira saray yargısı eliyle mahkeme salonlarında adeta can pazarının yaşandığı şu karanlık, kaos yüklü zamanlarda ailesini yeniden bir araya getirmekten başka hiçbir derdi olmadığı gün gibi ortada olan bu ruhu yiğit insanın tüm çabalarının gerek toplum, gerekse de devlet katında bu kadar görmezden gelinmesi, görmezden gelinmesinin yanında fırsatı her bulunduğunda kendisine bu kadar vahşice, bu kadar utanmazca saldırılması; normal, sağlıklı gen haritalarına sahip insanlara ya da o insanların bir araya gelerek oluşturacakları toplumlara göre bir davranış biçimi değildir kanımca.
Sahip oldukları heybetli ateş gücünün, savaştıkları insanların çelikten “iradelerini” eritmeye asla yetmeyeceğini Vietnam Savaşı boyunca bir türlü göremeyen, ısrarla ve inatla anlamayı reddeden dönemin Amerikan Başkanlarına elbette sözlerinden çok daha fazlası gerekti. Zaten o “çok daha fazlası”na kavuşmak hiçbir başkana nasip olmayacağı anlaşılınca Birleşik Devletler kendisi açsından utanç verici bir paranteze tekabül eden bu haksız ve kirli savaşı bir şekilde bitirme yoluna giderek Vietnam’ı Vietnamlılara teslim etmişti.
Doğrusunu söylemek gerekirse bir başka çelikten iradeyi, bir “mor orkide yiğitlik senfonisini” kırmak uğruna hatada, yanlışta, suçta ve günahta böylesine ısrar ve inat edenlerin Amerikan başkanları gibi ”çok daha fazlasına” ihtiyaç duymalarına gerek yok aslında. Adalete, hakkaniyete ve hukuka doğru atacakları her bir “insani” ve “hukuki” adım; aileleriyle birlikte inançları da, bir ömürlük ağır işe bedel olan bu yürekli insanları kazanmak, onlarla el ele, omuz omuza birlikte yaşamaya ikna etmek için fazlasıyla yeterli olacaktır.
Uğur Güney Subaşı