“Selahattin Demirtaş’ın yanına gideceğim. Bahardı, cezaevi bahçesindeki ara bölümde güller açmıştı. Bir gül gördüm, çok güzeldi, çok da güzel kokuyordu. Kıpkırmızı, böyle kadife gibi…İçeri girdiğimde ona vereyim, koklasın diye gülün bir yaprağını aldım, cebime koydum. X-ray cihazının önüne geldiğimde arkamdan bir ses geldi. Gardiyan; “Avukat hanım, cebinizdekini çıkarın lütfen!” dedi. Öyle bir ağrıma gitti ki. ”Cebimde bir şey yok!” dedim. Bunun üzerine; “Lütfen cebinize koyduğunuz yaprağı çıkarır mısınız!” dedi. Çıkardım. Bir tanecik kırmızı gül yaprağını götüremedim ona. Gül yaprağını bir kitabın arasına koydum, bıraktım. Çıkışta ise aldım. Halen saklıyorum evde.”
Aygül Demirtaş (Selahattin Demirtaş’ın avukatı ve kardeşi)
Sanıyorum daha önceki yazılarımın birinde behsetmiştim, ben genellikle yazılarımı uykuya dalmak için emektar yatağıma değil, yazıya uzandığım zamanlarda yazabiliyordum ancak! Yani sağ olsunlar, kıymetli zamanlarını benim için ayırarak yazdıklarımı ilgiyle takip eden birçok vefakar takipçimin övgüsüne mazhar olan hemen hemen tüm yazılarımı, yazmakla uyumak arasında kararsız kaldığım ve tercihimi uyurken yazmaktan yana kullandığım sıkıntılı gece mesailerim sonucunda kaleme alabiliyordum.
Fakat ne ilginçtir ki, bu sefer ilk defa bir yazımı yazı boyunca bana huzurunu hiçbir şekilde eksik etmeyen güzel Adana’mızın gece sessizliğinin tanıklığında uyurken değil, her yaz olduğu gibi bu yaz da Çukurova’nın tepesinden borçlusunun peşine düşmüş bir alacaklı gibi hiçbir şart ve koşulda ayrılmayan inatçı bir yaz güneşinin, insanın hayallerini eriten cinsteki o dayanılmaz sıcaklığını ve nedense o sıcaklığa lehimlemekten bir türlü vazgeçmediği o dayanılmaz nemini tüm yazı odasının içerisine küstahça boşalttığı kavurucu bir Çukurova gündüzünde yazıyorum.
Çünkü genç bir avukat eliyle, pardon hemen düzeltiyorum, soyadına yakışacak şekilde meslek onuruna fazlasıyla haiz koca bir “yürek” eliyle aynı zamanda kendisinin ağabeyi de olan bu ülkenin gelmiş geçmiş en kıymetli siyasi tutsaklarından birisi olan ve bu nadide özelliğiyle de çoktandır Kürtlerin Mandela’sı olarak anılan müvekkilinden, belki de ona özgürlüğünü bir türlü sağlayamamış olmanın derin mahcubiyetiyle, uzun yıllardır esirgenen tabiattaki diğer renkleri küçük de olsa ona yeniden hatırlaması için kendisine götürmek istediği “Kıpkırmızı, böyle kadife gibi..” bir gül yaprağının karşı tarafın usta bir manevrasıyla kıskıvrak yakalanarak cezaevinde tabiatın diğer renklerine hiçbir şekilde izin verilmeyeceği haberinin “devlet eliyle” muhataplarına birinci elden hatırlatılması üzerine, hani normal şartlarda bitmiş bir yazıyla uyanacağım hak edilmiş bir uykuya kendimi yeniden teslim etmek yerine, bu kez bu tahammül edilemez haksızlık, vicdansızlık ve bolca da mantıksızlık karşısında gece boyunca istihdam ettiğim haklı öfkemin ve isyanımın çıkardığı gürültüyle bir türlü uyuyamadım ve tabii dolayısıyla da şu an okuduğunuz yazıya dair tek bir kelime olsun yazamadım.
Dolayısıyla, memleket Kürtlerine hayatın el birliğiyle yine zindan edildiği kara günlerin birinde; “Susuz çok kaldık. Yağmur yağınca bir leğene ip bağlayıp dışarıya atıyordum. Leğen yağmur suyuyla dolunca yavaşça iple geri çekiyordum. O suyu verdim çocuklarıma” diyen Şırnaklı bir Kürt anneden yola çıkarak, yağmur suyuyla evlatlarını besleyen böylesine dirayetli ve inatçı bir halka asla diz çöktürülemeyeceğini, eldeki tüm devlet imkanlarının sonuna kadar kullanılması halinde bile onlara hiçbir şekilde sahip olunamayacağını; bu az rastlanılan feraseti, bu çelikten dirayeti anlamamakta bazılarının neden bu kadar ısrarla direndiklerini hala anlamadığımı, oysa yapmaları gereken tek bir şeyin olduğunu, onun da ne kendilerine ne de şu güzelim vatana daha fazla yazık etmeden rotalarını hukukun, demokrasinin ve tabii tüm ihtişamıyla kendisini ele veren tabiatın o özgür renklerinin yoluna kırmak olduğunu, bunu yapmadıkları, bu insani dönüşüme cesaret edemedikleri sürece de, kadim Kürtlere kırmızı bir gül yaprağını görmeyi ve onu gönlünce koklamayı haram kılarak varacakları o tek yerin, sadece masumlarla doldurdukları lanet cezaevlerinin değil, Türk, Kürt coğrafyaları fark etmeksizin memleketin tüm bölgelerinin bir “mapushane” griliğine ve mutsuzluğuna mahkum olacağını gece değil gündüz saatlerinde yine “gözlerim yaşarmış bir halde” yazıyorum.
Başkanı ve kırmızı gülleri serbest bırakın.
Uğur Güney Subaşı. Temmuz 2022, Adana, gündüz!