“12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi’ne girdim. Her gün Allah’a ‘canımı al da, beni bu işkenceden kurtar’ diye yalvarıyordum..Ölüm bile elime geçmiyordu. Beni yüzlerce askerin arasına çırılçıplak getirip copla dövdüler. Tuvaletlere pislik yediriyorlar, 24 saat işkence yapıyorlardı. Dayaktan her yanımız simsiyahtı.”
Ben bu ülkede bizimle birlikte Kürtler’in de yaşadığını, daha doğrusu yaşamaya çalıştıklarını, tıpkı Ahmet Türk’ün ve diğer kaderdaşlarının başına gelenler gibi bu yaşam mücadelesinden çoğunlukla usanıp ölümü kovaladıklarını, bu tarihi “var olma” kavgasının da kendisini bu toprakların tek asli ve kurucu unsuru olarak gören bazı Türkler açısından büyük bir toplumsal probleme tekabül ettiğini ilk öğrendiğimde merhum Turgut Özal Başbakanlığının son günlerini yaşıyordu!..
Özal’ın siyaset arenasında olduğu yılları görenlerin “yaş haddinden” aramızdan yavaş yavaş ayrılmaya başladığı bu çileli günlerde “doğu cephesinde yeni bir şey yok!” ne yazık ki. Kürtlerin bu kadim “var olma” mücadeleleri bazı Türkler açısından hala büyük bir problemin ana reaktörü olarak görülüyor ve hammaddesi “kin ve nefret” olan bu suni, manasız sorunun ortadan kaldırılması uğruna da “iflas eden her esnafın” yaptığı gibi “eski” intikam defterleri karıştırılıp oradan “yeni” intikam yöntemleri peydah ediliyor.
Hani bazen düşünüyorum da; dinmez intikamlarla sulanmış bu yorgun topraklarda direnmeye çalışan Kürtlerin kaderi tanrılara karşı suç işleyen ve bu yüzden de sonsuza kadar taş itmeye mahkum olan mitolojik kahraman “Sisypos” ile müthiş benzerlik göstermekte..Kadim Kürtler bir yandan o malum taşı büyük bir öfkeyle ve inançla iterek tüm acılarını ve isyanlarını biz Türklerin asla ama asla sızamayacağı derin dehlizlerinde saklarlarken, öte taraftan da bu manasız, haksız mahkumiyetin bir gün son bulacağı umudu ile güzel, güneşli ve de özgür bir ülkede uyanacaklarına dair umutlarını inatla yeşertip canlı tutuyorlar.
Geçip giden zamanın kendilerine bahşettiği sonsuz hayat tecrübesine Allah vergisi muzipliklerini ve bilgeliklerini bonkörce lehimleyen bizim Adana’nın görmüş geçirmiş bazı yaşlıları, bir zamanlar çok çocuklu aileleri anlatmak, onları bir anlamda tarif etmek için “maşallah” derlerdi, ”ışığı gören tekmil-i birden çıkmış yahu!.” Öyle anlaşılıyor ki bir zamanlar bu topraklarda yeni doğmuş bebeklerin tanrısal bir ışığın ve aydınlığın kucağına doğduklarına; huzurlu ve güzel günleri yaşamaya daha doğar doğmaz talip olduklarına dair kuvvetli bir inanış varmış.
Oysa kötülüğün ölümden çok daha hızlı koştuğu, ona adeta tur bindirdiği bu kurtluk zamanlarda doğan bu ülkenin kadersiz, zamansız Kürt çocukları, aydınlığa değil; sonu gelmeyen isli bir tünel karanlığının tam ortasına doğmaktalar. Bu yüzden de fakirliğin ve garibanlığın “çaresizlikle” işbirliği yaparak sinsice teslim aldığı bu kadersiz Kürt çocuklarının payına, hayatları boyunca hunharca “dışlanmak”, “itilip kakılmak” ve “hor görülmek” dışında hiçbir şey düşmüyor ve düşmeyecek ne yazık ki.
Norveç ve dünya edebiyatının en büyük yazarlarından 1920 Nobel ödülü sahibi Knut Hamsun, ikinci dünya savaşı yıllarında henüz ülkesi işgal edilmeden evvel Nazi taraftarlığı ve propagandası yapıp ülkesinin Almanlar tarafından işgaline zemin hazırlamaya çalışır. Ve sonunda Norveç işgal edilir. Acı dolu günler yaşanır. Savaş bitip işgal sona erdiğinde Norveçliler son derece kırgındır bu en büyük yazarlarına. Devlet tarafından yargılanır ve cezalandırılır Hamsun. Fakat Norveçliler ne hakaret ederler, ne bağırıp çağırırlar ne de intikam hissiyle saldırıya geçerler.
Peki, ne mi yaparlar?
Bir sabah, genç bir Norveçli, elindeki Hamsun kitabını yazarın evinin önüne bırakıp sessizce uzaklaşır. Bir süre sonra biri daha kitap bırakır aynı yere. Sonra biri daha, biri daha, biri daha… Oslolular ellerindeki Hamsun kitaplarını yığarlar yazarın kapısının önüne. Ne bir arbede yaşanır, ne de kötü bir laf edilir. Kırgın Norveçliler kitapları sessizce bırakıp dağılırlar. Adeta kendi kitaplarından bir dağ oluşur Hamsun’un bahçesinde. Bu zarif tepki, doksan küsur yaşındaki yazara ömrünün en acı dersini verir. Pişman, mutsuz ve utanç içinde yumar hayata gözlerini…
Türkler, kadim komşuları olan Kürtleri kesilmesi, törpülenmesi ve hatta zamanı ve yeri geldiğinde yok edilmesi elzem olan birer “fazlalık” ve “aşırılık” olarak görmeye devam ederlerse eğer, gün gelir Kürtler de kendilerine devlet tarafından verilmiş Türkiye Cumhuriyeti nüfus kağıtlarını, ( ya da kartlarını ) tıpkı Norveçvari bir protesto gösterisi ile, devlet aklının resmi üssü Ankara’nın önüne sessizce yığarlar ve aramızdan öylece ayrılıp giderler..Bunu yaparlar çok iyi biliyorum.
Bu suretle işin bu vahim noktalara varmaması adına gelin AB standartlarında evrensel hukuku memleket sathında bir an önce tesis edin..İnsan hak ve hürriyetine saygılı bir düzeni yeniden inşa edin. Aksi halde siz fazlalık olarak gördüklerinizi yok etmeye devam ettikçe biz hep “bir eksik” olarak kalacağız haberiniz olsun!
Uğur Güney Subaşı