İnsan türü var olduğu günden bu yana gerek doğayla, gerekse kendi türüyle sürekli bir çatışma halindedir. Bu çatışma olmasaydı bugünkü halimizde olmaz, halen daha mağara dönemini yaşıyor olurduk. Kutsal kitaplar her ne kadar evrenin bir uyum içerisinde olduğunu söyleseler de var olan uyum türler arası ve doğanın kendi çatışmasından gelmektedir. Özetle adı bize korku salan bir sözcük olsa da bugün yaşadığımız dünyayı ve düzeni kaosa borçluyuz.
İnsan türü doğaya karşı üstünlük kurma sevdasına düştüğünden bu yana, her ne kadar gıda üretimini arttırmış olsa da açlık sorununu çözememiştir. Yine doğaya karşı üstünlük ve doğal kaynakları sahip olma arzusu tür içi çatışmaları her geçen gün arttırmıştır. Bu çatışmalar eskiden topla-tüfekle olurken bugün çatışmada kullanılan araç çeşitliliği artmıştır. Bugünkü çatışmaların en güçlü silahı “bilgi”dir.
Sahip oldukları bilgi zenginliği sayesinde ülkeler bulundukları coğrafyanın dışında da söz sahibi olmuşlar hegemonya kurmuşlardır. Yine bilgi sayesinde salgın, doğal afet, iklim değişikliği gibi gerek doğal gerekse kendi türünden kaynaklanan tehditlere karşı önlemlerini geliştirmektedir.
Sahip olunan yeni silah bilgi, insanlığın sorunlarına kökten çözüm getirmeyecek olsa da, evrenin görünmez düşmanlarına karşı önlem almakta ve onlarla başa çıkmakta en büyük silah olmuştur.
Türkiye gerçeğinden yola çıktığımızda bundan 30-40 yıl önce büyüklerimiz geçmişteki birinin ölüm nedenini anlatırken “karın ağrısından öldü” derdi. Yada geçmişteki, çocuklarda görülen çiçek hastalığı olmak üzere, ölüm nedeni bilinmeyen bebekler için doğduktan 3-5 ay, yada 2-3 yıl sonra uyurken öldü diye anlatırlardı. O günkü bilgi ve olanaklar özellikle kırsalda yaşayanlar için ulaşılması güç şeylerdi. Ülke genelinde de yeterince yaygın değildi.
Yine dünyadan örnekleyecek olursak İspanyol Gribi ve kara veba insanlığın gördüğü en ölümcül salgınlardır. Bu iki salgından ölenlerin sayısı milyonlarla ifade edilmektedir.
İnsan türü karşılaştığı her zorluğu yenmesini bilmiştir. Bu sayede geçmişte büyük canlar alan, salgınlara yol açan, patojenlerin üstesinden gelebilmiştir. Çok yakın geçmişte Ebola virüsü, AIDS, Kuş gribi gibi bir ok salgın kontrol altına alınmıştır. Bir salgının kontrol altına alınması başka ve daha güçlü salgınların ortaya çıkmayacağını garanti etmemektedir. Bunun en somut örneği Covit-19 virüsünün neden olduğu ve tüm dünyayı etkileyen süreç olmuştur.
Bilgiye ve bilime değer veren ülkeler hızla bu konuda çalışmaya başlamış bilgi birikimlerinin sonucu aşılar geliştirilmiştir. Ancak patojenler bu aşılara karşı da kendini yenilemeleri sonucu salgın farklı şekillerde etkisini sürdürmektedir.
Sağlıkçıların işini onlara bırakıp asıl konuya dönelim. İnsan türünün görünmez düşmanlarla karşı karşıya olduğunu tekrarlayıp bu görünmez düşmanlardan bir kaçını sıralamakta fayda var. Bunlar kıtlık, açlık, salgınlar, küresel iklim değişikliği, şeker, terör ve siber saldırılar. Listeye eklemeler yapılabilir.
Bunca bilgi birikimine bunca teknolojik gelişmelere rağmen dünyanın birçok bölgesinde halen daha kıtlık ve açlığın görülmesi utanç verici bir durumdur. Yetersiz beslenmeden söz etmiyorum bile. Dünyanın gıda üretim arzı sekiz milyarlık nüfusu besleyebilecek düzeyde olmasına rağmen tamamen politik tercihler, sözde “çağdaş” ülkelerin tüketime ve israfa yönelik tutumları ve politik tercihler 21 yüzyılda açlıktan ölümleri karşımıza çıkarmaktadır. Biyoteknolojik gelişmelerle artan tarımsal verimlilik dünya nüfusunu beslemeye yetecek düzeydedir. Dolayısıyla bu sorunun çözümü ülkelerin politik tercihlerini değiştirecek halk kitlelerindedir. Aslında sadece bunu değil bütün sorunları çözebilecek olan bir avuç politikacı değil geniş kitlelerdir. Ancak bu hiçbir zaman mümkün olmadığı gibi bundan sonra da olmayacaktır.
Aslında yukarıda saydığımız görünmez düşmanlar, dünyayı tasarımlamak isteyen 3-5 ülkenin en büyük dostudur. Özellikle ekonomik ve sosyal anlamda geri ülkelere karşı terörü kullanmaktadırlar. Terörün yıldırıcı etkisinden dolayı en fazla onlar feryat etseler de, en büyük acıyı dostlarının cirit attığı ülkelerin coğrafyasında yaşayan halklar çekmektedir. Teröre tek başına baktığınızda hiçbir anlam ifade etmediğini basit bir sinek olduğunu düşünebiliriz.
Şöyle ki; dünyada terörizmin en yaygın görüldüğü Orta Doğu coğrafyasını en nadide sanat eserlerinin sergilendiği bir açık hava müzesi olarak düşünün. Müzede uçuşan bir at sineğinin oradaki hiçbir esere zarar vermeye gücü yetmez. Ancak müze alanının kıyı-kenarında kendi halinde otlayan bir at varsayın.Bu sinek gidip o atın kulağına girer veya uyuşuk halde duran atı ısırırsa at kontrolden çıkıp deli gibi müze alanının içerisinde koşmaya ve etrafa zarar vermeye başlar. İşte bu noktada artık kimse atı kontrol altına alamayacağı gibi o anki gösteriyi kenardan izler. Müze alanını koruma görevini kendinde gören ve at sineğini oraya getiren güç ise durumu kontrol edebilmek adına daha büyük bir güce başvurur. Atı öldürmek. Bu esnada etrafa daha büyük zarar verir. Atı öldürür, gücünü kanıtlar ve o alanda hegemonyasını kurar.
11 Eylül saldırıların olmamış olsaydı ABD, başta Orta Doğu olmak üzere bütün dünyada teröre karşı yarattığı yıkımlarda bu kadar rahat hareket edebilir miydi? Soruya soru ekleyelim… 11 Eylül saldırısını gerçekleştiren terör örgütünün doğmasına, serpilip büyümesine kim destek verdi? Aynı durum ülkemizde yaşanan terör örgütleri için de geçerlidir.
Günümüzde terör saldırı çeşitleri artarak devam ediyor. Ekonomik olarak güçlü olanlar terör faaliyetlerini siber saldırılarla ve ekonomik manipülasyonlarla gerçekleştirmekte. Bu da bilgiye dayalı yeni bir terörizm.
Görüldüğü gibi bilgi insanlığın yaşam koşullarını iyileştirici özelliği olduğu gibi tür içi çatışmalarda en büyük güç.
Bilgisiz kalmayın.