Hatırlıyorum da, okumayı söken ilkokul öğrencilerinin öğretmenleri tarafından kırmızı kurdele ile ödüllendirildiği o sessiz sakin 80’lerde tüm çabama, tüm isteğime rağmen okuma ve yazma işini bir türlü beceremiyor; bu neşeli gelenekle birlikte tüm sınıf adeta “gelincik” tarlasına dönerken kendi köşemde fişi çekilmiş “mutfak robotu” gibi öylece oturup siyah önlüğümün üzerindeki “kırmızı kurdelesiz” beyaz yakama halel getirmeden sessizce olan biteni takip etmek zorunda kalıyordum ve tabii bu ayrıksı halimden dolayı da fevkalade üzülüyordum!.
Oysa benden farklı olarak gerek derslerindeki gerekse de sosyal ve kültürel hayatındaki üstün başarılarıyla sadece Subaşı ailesinin değil; o dünlerde ikamet ettiğimiz Adana Namık Kemal Mahallesi’nin de medarı iftiharlarından, kusursuz ihraçlarından birisi olmayı başaran “kırmızı kurdele”li sevgili ablamın, ki laf aramızda benim kendisinin yapımında kullanılan spermlerden arta kalanlarla dünyaya geldiğime dair ailede kuvvetli bir kanaat hakimdir!, zamanında okulunda okumayı en erken sökenlerin başında gelmiş olması yetmezmiş gibi bir de üzerine düzenli olarak okuma alışkanlığı edinmesi üzerine babamın kendisine hediye ettiği Kemal Tahir’in “Devlet Ana” isimli o müthiş eserini okuyarak okuldaki tarih sınavlarını geçtiğini ve hatta bu sayede tarih derslerine karşı zamanla sempati beslemeye bile başladığını duymuştum.
Ki nitekim de gayet beklenen bir gelişme idi bu. Zira zamanında okumayı bir türlü kıvıramamış olmanın derin acısını fazlasıyla çıkartmaya karar verdiğim ve bu sayede de kendimi kırmızı kurdelelere boğmaya doyamadığım 90’ların hemen başlarında ben de bu nefis romanla birlikte tüm Kemal Tahir külliyatını bir çırpıda devirdiğimde ablamla hemen hemen benzer hislerle ayrılmıştım o muhteşem eserlerin başından.
Devletin “ana” olarak görülüp kutsandığı ve üzerine nefis romanlar yazıldığı o mümtaz dünler çok ama çok gerilerde kaldı ne yazık ki. “Milliyetçilik” ambalajında “ırkçılık” zehrini başta dindarlar olmak üzere toplumun geniş bir kesiminin damarlarına ustaca zerk ederek her nevi baskıyı, açık zulmü ve keyfi adaletsizliklerini aklama, haklı ve mazur gösterme peşinde olanların hakim ve ebedi “haklı” olduğu bu karanlık şimdilerde, cari iktidarla bütünleşme süreci bütünüyle tamamlanan “Devlet Baba”mızın ceberut yüzünü zihinlerimize nakşetmek üzere kaleme alınan ve başarılı bir öğrenciyi sadece tarih dersinden değil; diğer tüm branşlardan da soğutacak olan tehlikeli bir romanının belli ki artık son sayfaları kaleme alınmaktadır.
Ve işin ilginç yanı, ya da hüzünlü olan tarafı, kaleme mürekkep yerine kan doldurularak yazıldığı anlaşılan bu “yerli ve milli” romanın o son sayfalarının, bu sefer romanın malum baş yazarının ya da yardımcı yazarlarının aksine normalde bu tip “resmi” AK romanları okumaktan ziyade yazarından usul usul dinlemeye alışmış olan azgın kalabalıklar tarafından yazılıyor oluşudur. Kitabın tamamını olmasa da en azından son sayfalarını yazma, pardon kusma şansını elde eden bu kuru kalabalıklar da, kendilerine emanet edilen bu romanı nasıl bitireceklerinin “kutlu” haberini memleket insanına ait olduğunu zannettikleri Beştepe’deki o görkemli sarayın bahçesinde seçim gecesinde hep bir ağızdan “idam idam!” diye böğürerek fazlasıyla anlatmışlardı zaten bu yeni romanın bitmesini hasretle bekleyen “eski ve ebedi” sahiplerine!
Dolayısıyla belli ki her ne kadar ülke kaybetmiş olsa da bazı kesimler açısından yine ortada ciddi bir “Win-Win” yani “kazan-kazan” durumu söz konusudur bu idam romanı sayesinde. Bir taraf, iktidarları açısından yıllardır müthiş bir tehlike arz eden son derece yetenekli ve karizmatik bir liderin kitleler eliyle düzenli olarak “şeytanlaştırılmasını” sağlarken ve bu sayede de “kamu talanı”nın üzerinde yükselen kirli düzenlerinin bir şekilde devamını sağlarken; diğer taraf ise gerek aileleri gerekse de toplum tarafından belki de doğumla birlikte kendilerine zerk edilen o ırkçı hislerini bu ırkçı seanslar sayesinde bileyleme fırsatını elde etmektedir.
Ve tabii yine olan da, tam 7 yıl boyunca bir adamla bir kadını, bir babayla çocuklarını, bir evlatla anasını babasını, bir liderle seçmenlerini, takipçilerini ve şehrini, adaletle mülkün temelini, cumhuriyetle onun şerefini hukuksuzca, utanmazca, vicdansızca birbirlerinden zorla ayırdıkları yetmezmiş gibi bir de üzerine bu hasretin ebedi hale getirilmesini bu kadar büyük bir iştahla dile getirmekten zerre-i miskal utanmayan insanların (yaratıkların) büyük kalabalıklar halinde yaşadığı ve daha korkunç olanı da yönettiği bu ülkede tüm baskılara rağmen hala nefes almaya, direnmeye, isyan etmeye çalışan başta Demirtaş ailesinin diğer kıymetli fertleri olmak üzere bu ülke için gerçekten kaygılanan tüm dürüst, onurlu insanlarına olmaktadır.
Ancak yine de, bütün bu olumsuz, vahşi tabloya rağmen her şeye ve herkese rağmen biz yine de bir şekilde umut etmeye devam edeceğiz. Bu kanlı coğrafyanın bizi yok eden “kaderimiz ve kederimiz” olmaması adına sonuna kadar kavga edeceğiz. Vatan şairimiz Nazım Hikmet’in de dediği gibi, herhal ileridedir yaşanacak günlerin en güzeli deyip sonuna kadar sebat edeceğiz. Ancak asla yılmayacağız. Başkanın sadece ceketini asabilecek olan bu faşistlere bu güzel ülkeyi ve hasretle beklenen “kırmızı kurdelelerimizi” asla teslim etmeyeceğiz.
Uğur Güney Subaşı