O son maç öncesinde şampiyonluk umudumuz yok denecek kadar az olduğu için hani normal şartlar altında şanlı Galatasaray’ımızın şampiyonluğunu ilan edeceği her “şampiyonluk maçı” öncesinde sadece oturduğumuz mütevazı dairemizi değil, o dairemizin bulunduğu katı ve o katın dahil olduğu emektar apartmanımızı bile “ailece” sarı kırmızıya boğduğumuz eski ve güzel günlerimizin aksine bu defa son derece renksiz, sade bir ortamda ve yine son derece umutsuz bir bekleyişle ekran karşısına geçmiştik.
Ki nitekim de Galatasaray’ın Kayserispor önünde İliç ve Sabri ile işini çabucak bitirmiş olması bile bizim gibi doğuştan fanatikleri heyecanlandırmaya zinhar yetmemişti. Zira o gece bizim şampiyon olmamızı sağlayarak “Mayısların Galatasaray’ın olduğu” gerçeğini tüm ülkeye ve tabii rakiplerimize bir kez daha hatırlatacak olan tarihi maç Ali Sami Yen Stadyumunda değil; Sami Yen’den yaklaşık 582 km uzaklıkta bulunan Denizli Atatürk Stadyumunda oynanıyordu.
Daha doğrusu tribünlerin sahaya müdahalesi sebebiyle bir türlü oynanamıyordu! Denizlili seyirciler son maçlar öncesinde ciddi bir şekilde küme düşme tehlikesi yaşayan takımlarına destek olmak adına maçı mümkün olduğunca geç bitirtmek için ellerine geçirdikleri her beyaz ruloyu sahaya fırlatarak sahanın yeşil zeminini adeta konfeti tarlasına çevirmeyi başarmışlardı!.
İşte tam bu ahval ve şerait altında güç bela oynanmaya çalışılan maçta bir de Denizlispor büyük çaplı bir mucizeye imza atarak 1-0 öne geçmeyi başarınca, hem bizim salonumuzu tıka basa dolduran aslanlar hem de diğer tüm Galatasaray sevdalıları açısından hayatları boyunca unutmayacakları 16 dakikalık sıkıntılı bir sürecin işaret fişeği de böylece gökyüzüne fırlatılmış oluyordu.
Galiba yürek dayanmayan o heyecan fırtınasında kendimize az biraz nefeslenebileceğimiz ve o esnada bir türlü geçmek bilmeyen zamanı bir nebze de olsa hızlandırabileceğimiz güvenli bir barınak inşa etme telaşına düşmemizin sebeb-i hikmeti de, bu işaret fişeğinin olası yıkıcı sonuçlarından kendinizi bir şekilde koruma isteği olmuştu. Çünkü o sırada maçı Denizli sahasına iyiden iyiye yıkan güçlü rakibimizin atacağı sadece bir golle bile her şeyin tam tersine dönme ihtimali masada hala güçlü bir şekilde durmaktaydı. Dolayısıyla bizim o sıradaki en biricik barınağımız ya da sığınma limanımız Ali Sami Yen stadyumunun ta kendisi olup çıkmıştı.
Ta ki o ana kadar içerisinde UEFA kupası gibi birçok kıymetli başarılar, sayısız şampiyonluklar kazanmış bu toprakların tartışmasız en kariyerli, en büyük futbolcusu olan Kral Hakan Şükür’ün, sanki kariyerinde ilk defa şampiyon oluyorcasına yazarken bile insanın tüylerini diken diken eden muhteşem bir duygusallıkla Ali Sami Yen’in çimleri üzerinde ilk kızına sarılarak ağlamasına denk gelerek az biraz nefeslenmek, sakinleşmek üzere “aslan yelesinden” imal ettiğimiz barınağımızın bir anda yerle bir oluşuna tanıklık edene değin!
O tarihi andan itibaren “Bitir hakemmm, Allah aşkına bitir!!” lerle noktalanan tüm heyecan çığlıklarımızın yerini, artık saklamaya gerek bile duymadığımız derin hıçkırıklarımız almaya başlamıştı. Ben kendimi hışımla balkona atarken, babam çözümü mahallenin tekel bayisine sığınmakta bulmuştu. Televizyonun, daha doğrusu Hakan Şükür’ün karşısında ise sadece birkaç arkadaşım ve akrabamla birlikte o gece maça hazırlık kapsamında tansiyon ilacını önceden aldığı için bize oranla çok daha rahat maç izleyen annem kalmıştı.
Hiç beklenmeyen anda gelen o unutulmaz şampiyonluğun üzerinden elbette uzun yıllar geçti. Ancak yine de evde ne vakit Hakan Şükür’ün adı geçse, özellikle de annemin uzaklara hem de çok uzaklara sessizce dalıp gitmesinden anlıyorum ki o yine aynı ekranın karşısına, Şükür’le birlikte dakikaları saydıkları tarihi geceye gidiyor. Bi süre orada şimdilerde mumla aradığımız huzurun, heyecanın ve hakiki tutkunun tadını çıkarttıktan sonra yine sessizce “Ah ki, ne ah!” diye mırıldanarak konuyu değiştirmeye ya da kapatmaya çalışıyor.
Oysa o da gayet iyi biliyor ki, özellikle de Hakan Şükür konusu en azından bizim gibi bu renklere ölesiye tutkun bir ailenin nazarında hiçbir zaman kapanmayacak, unutulmayacak. Ne kadar “karakter suikastlerine” uğramış olursa olsun, akrabası, arkadaşı içerisine koca bir Galatasaray ailesinin sığabildiği o barınağı üstelik tek bir anla yerle bir etmeyi başaran böylesine büyük ve etkili bir sporcuyu, herkes ona sırtını dönse bile, biz her zaman ailemizin bir üyesi, kıymetli bir ferdi olarak görmeye, anmaya ve işte şu an olduğu gibi de gözyaşları içerisinde yazmaya devam edeceğiz.
Uğur Güney Subaşı
( Temmuz 2023, Adana )