Polonyalı Katolik Sophie iki çocuğuyla birlikte Auschwitz’e gideceklerin seçildiği uzun kuyrukta beklemektedir. Yanına yaklaşan bir SS subayı Sophie’ye önce “Polonyalı mısın? diye sorar. Sophie evet anlamında başını sallar. Subay, Sophie’ye çok güzel olduğunu, onunla birlikte olmak istediğini söyler. Cevap alamayınca yürümeye devam eder. Panikleyen Sophie subayın arkasından bağırır ve kendisinin de, çocuklarının da inançlı birer Katolik olduğunu, Auschwitz’e gönderilmemeleri gerektiğini söyler. Subay yavaşça geri döner; Sophie’ye Katolik olduğu için “ayrıcalık” tanıyabileceğini, iki çocuğundan birinin hayatını kurtarabileceğini söyler ve seçimi ona bırakır. Sophie böyle bir seçim yapamayacağını söyleyince zalim subay iki çocuğu da almaya kalkar. Sinir krizleri geçiren Sophie gözyaşları içerisinde oğlunu seçer. Subayın emrindeki askerler Sophie’nin küçük kızını kampa götürmek üzere annesinden alırlar.
Çaresiz bir annenin çocukları arasında seçim yapmak zorunda kalması mı, yoksa bu anneyi çocuklarının arasında seçim yapmaya zorlamak mı daha korkunçtur sorusunu yukarıda girizgah bölümünü okuduğunuz vicdanların topluca ötanazi hakkını kullandığı o kanlı ve vahşi yıllara dair Alan. J. Pakula imzalı nefis bir başyapıt olan ”Sophie’s Choice” (Sofi’nin Seçimi) filmi üzerine yazdığım eski bir yazımda gündeme getirmiş; ve bu korkunç soruların cevabının da aslında her ikisi olduğunu amatör kalemimin el verdiği ölçülerde yazmaya, anlatmaya çalışmıştım.
Afganistan’da önüne çıkan tüm insani değerleri hunharca yok ederek ülkeyi tümüyle ele geçirmek üzere olan Taliban vahşetinden kaçamayacaklarını anlayan Afgan halkının, daha yaşını bile almadığını gördüğüm küçücük bebeklerini daha önce hiç görmedikleri, hiç tanımadıkları, yüksek ihtimal bir daha da asla görmeyecekleri yabancı askerlere üstelik “eller üstünde”, üstelik “palas pandıras” teslim etme çabalarını sosyal medyaya düşen kısa videolarda gördükten sonra, ve tabii görüp de kendi üzerime yıkıldıktan sonra, yukarıda Sophie’nin dramına dair sorduğum tahammül edilmesi son derece meşakkatli olan o sorularımın hayatın giderek acımasızlaştığı ve anlamsızlaştığı günümüzde nasıl da yetersiz kaldığını bir kez daha anlamış oldum.
Zira belli ki artık cevabının peşine düşeceğimiz o ağır sorularımızın; çaresiz bir annenin çocukları arasında seçim yapmak zorunda kalması mı, bu anneyi çocuklarının arasında seçim yapmaya zorlamak mı, yoksa bir annenin çocuklarının her ikisini de, üstelik kimse kendisinden böyle bir talepte bulunmamışken, bir yabancıya kendi rızasıyla, kendi elleriyle teslim etmek zorunda kalması mı daha korkunçtur, daha insanlık dışıdır ve ayıbıdır şeklinde güncellenmesi gerekmektedir.
Ki bu vahim sorulara vereceğimiz cevapların rehberliğinde medeniyet dediğimiz tek dişi kalmış canavarın, aslında o tek dişinin de tümüyle düştüğünü, kullanılamaz hale geldiğini bir kez daha anlamış olalım! Evet, her ne kadar Pentagon, Kabil Havalimanı’nda kendi askerlerine duvarın üzerinden teslim edilen bebeğin hasta olduğunu ve tedavi edildikten sonra ailesine geri verildiğini açıklamış olsa da, kirli siyasi ve ekonomik hesapların yıllardır eksik olmadığı o ve türevi coğrafyalarda yaptıkları ölümcül hatalarla bir anneyle babayı kendi bebekleriyle bu şekilde vedalaşmak zorunda bırakan sözüm ona “medenilerin”, sözüm ona “iyilerin” “her şey kontrolümüz altında, panik yok dünyalı!” yüzsüzlüğüne bu kadar çabuk bir biçimde dümen kırmış olmaları bile, aslında her şeyi nasıl da ellerine yüzlerine, veya yüzsüzlüklerine, bulaştırdıklarının sarih bir kanıtı olarak orta yerde durmaktadır.
Aslına bakarsanız mazlum dünya halkları, “medenilerin” bu türden “insanlık dışı” çuvallamalarına son derece aşinadır. O medeniler değil midir ki 2. Savaşın bitimiyle birlikte girdikleri “komünizm menopozu”ndan çıkamayarak aslında kendileriyle hiçbir ilgisi olmayan bir didişmeye, bir kavgaya taraf olarak katılarak milyonlarca Vietnamlıyı kendi topraklarında Napalm ve Fosfor Bombalarıyla diri diri yakanlar? Kardeşi kardeşe acımasızca kırdıranlar? Allende’nin Şili’si başta olmak üzere kendi rezil çıkarlarına “hizmetli” yazılmayı reddeden her ülkeyi, her rejimi darbelerle; dolayısıyla kanla ve gözyaşıyla sınamaktan, onları ölümle cezalandırmaktan çekinmeyenler? O medeniler, o iyiler, o yiğitler değil midir ki, Ortadoğu coğrafyasını sırf şımarık evlatları İsrail ve işbirlikçileri Körfez sermayeleri güvende olsunlar diye karıştırmaktan, o da yetmedi yakıp yıkmaktan vazgeçmeyenler? Milyonlarca gariban insanı yerinden yurdundan ederek onları gurbet ellerde sefalete, açlığa ve kimsesizliğe mahkum edenler?
Evet onlardı. Şimdi aynı “onlar” kaçmak üzere siftindikleri tozlu duvarların üzerinde kendilerine uzatılan el kadar bebekleri alıp almamakla çetin bir vicdan savaşının tam ortasında buluyorlar kendilerini. Yol açtıkları, yok verdikleri insani dramların en yakın tanıklığından en yakın kurbanlarına dönüşüyorlar anne ve babaların insanın kanını donduran yardım çığlıkları eşliğinde.
Uğur Güney Subaşı. Ağustos, 2021, Adana