Sözü ve özü bir devlet büyüklerimizden 18 yıl boyunca öğrendiğimiz şeylerin başında; 23 Nisan Karın Ağrısı, 19 Mayıs İshali, 30 Ağustos orta kulak iltihabı ve 29 Ekim hazımsızlığını iyi belledik. Bu rahatsızlıklar topluma bulaşmamış olacak ki yasakçı politikalar egemen olmaya başladı. İcat edilmeye çalışılan Kut-ul Amare gibi uyduruk zaferler öne çıkarılmaya çalışılırken sağlığında bu kadar çok seyahat etmeyen Süleyman Şah, öldükten sonra Türbesi Suriye’de gezmedik yer bırakmadı. Bu zorunlu seyahati allayıp pullayıp zafer olarak yedirmeye çalıştılar. Yedik mi ? Ee yiyenler var tabi. Sindiremedikleri için şimdi de bol bol gaz çıkarıyorlar. Bir dönem Cumhuriyet Gazetesinin televizyonlarda gösterilen bir reklamı vardı. Reklam “Tehlikenin Farkında mısınız?” sorusuyla bitiyordu.
Tehlikenin farkına varamadık ki “düşmanımın düşmanı dostumdur” felsefesini şiar edinmiş bir zihniyetin demagojik tartışmalarına destek verenler oldu. Bunlar numaracı cumhuriyetçiler, çakma devrimciler, tatlı su demokratları gibi siyasal gücün yemliğinden beslenen sınıflar ve kişiler olarak tarihte yerini aldı. 18 yılsonunda, aklıyla midesi yer değiştirmemiş, orta zekâ düzeyinde herkesin farkına vardığı gerçek, başta Mustafa Kemal Atatürk’e, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu kadrolarına ve değerlerine sistematik bir saldırıyı görüyordur. Görmüyorsa ve halen farkında değilse o zaman iyi niyetli değildir. Bu günlere akşam yatıp sabah gelmedik. Önceleri Atatürk’e laf edemeyenler onun kurucu kadrosunda bulunan İsmet İnönü’ye saldırmaya başladı. Yavaş yavaş insanları ve yönetimi buna alıştırdılar. Öyle şeyler söylendi ki Çanakkale Savaşının zafer değil, hezimet olduğu, İnönü Savaşları denen savaşların olmadığı, hatta Kurtuluş Savaşının bile İngiltere, Fransa, İtalya’ya karşı değil sadece Yunanistan’a karşı yapıldığı söylendi.
Genç Cumhuriyetin bütün başarıları küçümsendi, önemsiz bulundu. Sonra “Gemi azıya alıp” başta Gazi Mustafa Kemal’e ve Cumhuriyet değerlerine içinde biriktirdikleri kini kusmaya başladılar. Üç beş sarhoştan tutun diktatöre kadar varan sıfatlarla ağızları köpüre köpüre hakarete varan açıklamalar birbirini izledi. Saldırı kampanyasının kronolojik sıralaması ayrı bir yazı konusu. Son yıllarda Cuma hutbeleriyle başlayan ve Ayasofya açılışıyla zirveye tırmanan açıklamalar Hilafet özlemi duyanların ve medeni hukuktan vazgeçip şer-i hukuku egemen kılma arzusu taşıyanların son çıkışlarıdır. 10 Kasım’da, “Keşke Yunan galip gelseydi” diyebilen ulusal benliğinden uzak soysuz bir meczupu hastanede ziyaret eden Diyanet İşleri Başkanı bu çıkışları simgesel olarak dini düzeyde destek vermiştir.
Yine aynı şahıs Ayasofya Hutbesiyle sapkınlığını bir kez daha dile getirmiştir. İçinde bulunduğumuz dönemde dilimiz dindar, amelimiz günahkar. Dün cami avlusunda olan siyaset ve ticaret, bugün minbere çıktı. Beyaz cüppe karaya bulandı. Bir dönem yol arkadaşımız olan ABD, İngiltere ve Almanya destekli tarikat liderlerine gözyaşı dökerken, bugün aynı cephedeki diğer yapılar devletin en üst mevkilerinde itibar görmekte.
Türkiye içinde ve dışında, iktidarda ve muhalefette, din adına, mezhep adına, etnik kimlik adına, liberalizm adına, sosyalizm adına, milliyetçilik adına Atatürk’e, Cumhuriyete, Cumhuriyetin kurucularına söven geniş cephenin varlığı malum. Peki, bu cephe kime hizmet ediyor? İslam dinine mi, Türk Ulus’una mı? Yoksullara, emekçi halka mı? İşgal ve sömürü altında yaşayan uluslara mı? Kadınlara gençlere mi? HİÇ BİRİNE. Bu gerici ve işbirlikçi cephe EMPERYALİZME hizmet ediyor onun uşaklığını yapıyor. Kimlerle yan yana? Emperyalist odaklarla, onların güdümündeki yapılarla, FETÖ, PKK, PYD, YPG başta olmak üzere terör örgütleriyle, Türkiye’nin bağımsızlığı, bütünlüğü, egemenliği ve siyasal birliğine karşıt güçlerle…
2012’de, İngiliz Ordu Müzesi, sanal ortamda bir anket yapmış. İngilizlerin en büyük düşmanının kim olduğunu sormuş. Atatürk ilk sırada çıkmıştı. Belli ki, Atatürk düşmanları, Atatürk’ü en büyük düşman olarak gören İngiliz emperyalizmiyle birlikteler. Gazi Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığının boyutları… Vatanı işgalden kurtaran, düşmanı yurttan kovan, TBMM ile millet iradesini egemen kılan, laik bir Cumhuriyet kuran, yurttaşların eşitliğini, kadın haklarını, hukuk devletini, çağdaş, bilimsel, eşit, halkçı bir toplumsal düzeni savunan Atatürk’e düşmanlığın, sadece ideolojik boyutları yok. Bu düşmanlık, özgüven eksikliğiyle, kişisel öfke ve kinle, cehaletle, ezik bir ruh haliyle de yakından ilgili. Çünkü Atatürk, meşruiyetin kaynağı olarak Meclis’i ve milleti görüyor. Ulusal egemenliği, ulusal birliği ve bağımsızlığı temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise emperyalizmin işbirlikçilerini, tek adam ve saltanat özlemini… Çünkü Atatürk, emeği, gayreti, özveriyi, özgüveni, vatan sevgisini, vatan için çalışmayı, gerektiğinde ön safta, en ön sırada vatan için ölümü göze almayı temsil ediyor.
Lanet okuyanlar ise korkaklığı, cepheden kaçmayı, işgalci güçlere yaranmak için her türlü ödünü vermeyi, tembelliği, teslimiyetçiliği… Çünkü Atatürk, dürüstlüğü, erdemi, tüm mal varlığını millete bırakmayı temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise çalmayı, çırpmayı, hırsızlığı, yolsuzluğu… Çünkü Atatürk, millete hesap vermeyi temsil ediyor. Nutuk ile tarihe not düşerken, millete de hesap veriyor. Lanet okuyanlar ise yaptıklarını milletten gizlemeyi, millete hesap vermemeyi, yabancı güçlerle gizli işler çevirmeyi… Çünkü Atatürk, doğru söylemeyi, aldatmamayı, kandırmamayı, yanılmamayı, yanıltmamayı temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise aldatmayı, kandırmayı, yanıltmayı, aldatılmayı, kandırılmayı, yanıltılmayı… Çünkü Atatürk, bilgi birikimi yüksek, ilgi alanları geniş, entelektüel altyapısı sağlam, düşünsel hazırlığı güçlü bir liderliği temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise bilgisizliği… Çünkü Atatürk, şıklığı, zarafeti, nezaketi, karizmayı temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise kabalığı, hakareti… Çünkü Atatürk, kararlı bir duruşu temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise sürekli fikir değiştirmeyi, büyük güçler karşısında geri adım atmayı, boyun eğmeyi, yalpalamayı… Çünkü Atatürk, tam bağımsızlığı, ulusal egemenliği, aydınlanmayı temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise teslimiyetçiliği, bağnazlığı, cehaleti, eşitsizliği.
Sözün özü Atatürk, Çanakkale Zaferi’ni, Kurtuluş Savaşı’nı, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunu temsil ediyor. Lanet okuyanlar ise Osmanlı Devleti’nin teslim oluşunu, Mondros Mütarekesi’ni, Sevr Antlaşması’nı… 15 Temmuz gibi çakma zaferler için toplumu meydanlara yönlendirenler, Ayasofya açılışı ile davetiyeli namaz kılanlar, turizmi desteklemek için halkı tatile yönlendirenler söz konusu 30 Ağustos Zafer Bayramı gibi ulusal bayramlar olduğunda bir bukalemun gibi Covid-19’a sığınıyorlar. Salgın boyunca okulları, camileri kapatıp AVM’leri kapatamayanlar ulusal değerlerin doruğa çıktığı günlerde insanları eve hapsetmek için yasaklara sığınmaktalar. Politik arenada sıkıştıklarında Mustafa Kemal Atatürk’e sığınanlar takiyyede ve ikiyüzlülükte sınır tanımamaktadır. Ulusal bayramları ve değerleri yasakçı bir zihniyetle unutturmak isteyenler şunu iyi bilsin ki Mustafa Kemal düşüncesi halkı ve ülkesi için göreve atılması gerektiğinde “içinde bulunduğu vaziyetin imkan ve şeraitini” düşünmeyen bir sistemdir. “Bu imkan ve şerait çok namüsait bir şartta tezahür etse bile”…
Bu yasaklar sizi bitirir ama Kemalist Düşünce Sistemi sonsuza dek payidar kalır.