Kadın Şiddeti artık yerini kadın katliamlarına bıraktı, her akşamın sabahı olmadan, her sabahın akşamı olmadan bir çığlık duyuyoruz ve bir anamız, bacımız, kardeşimiz hayatına birileri tarafından nokta konuyor. Bu topraklarda kadına saygı ve sonsuz minnet vardır, Kadınımız yeri geldi cepheye top taşıdı, yeri geldi dünyayı dize getirecek liderler doğurdu, bu kadınımız kendi açken çocuklarını ve eşini aç bırakmadı… Şimdi ne değişti de siz cellâtlığa soyundunuz?
Ülkemizde yeni doğan nüfusun oluşumuna baktığımız vakit %52’ni erkek çocuklar oluşturmasına rağmen, 50 yaş üstü rakamlara baktığımız zaman % 51’ini kadınlar oluşturmaktadır. Bu durum da kadın ve erkek ilişkisinde %1 geçirgenlik payı oluşturmasına yol açmaktadır.
Günümüzde gelişen ve kültürel kavramların gelişmesine bağlı olarak kural tanımaz, bir diğerine saygı gösterme noktasında başarılı olamayan bir toplum hâkimiyeti kurmaktadır.
Gelişmiş olan toplumlarda kadın veya erkek olarak değil insan veya birey olarak çözümlemeler yapılmaktadır. Ancak günümüzde ülkemizde halen kadınların büyük bir oranının sürücü belgesi olmasına rağmen çeşitli sebeplerden ötürü araç kullanmamaktadırlar.
Ancak kadınların varoluşlarından gelen mücadele ruhu, ilerici düşünmelerini ve yaşama daha çok bütünleşmelerini sağlamaktadır. Bu durum da hem kendilerini, hem de ailelerini taşımaktadırlar, acil bir durumda kendilerini hem de ailelerini işe, hastaneye veya başka alanlara yetiştirmek için öncülük yapmaktadırlar. Kadınların iş hayatında aktif varlıkları ekonomiye destek vermekte, hem de ekonomiden pay almaktadırlar. Bu durum göz önünde bulundurulduğu vakit 2020 Türkiye’sinde en tehlikeli travma ise ataerkil toplumun erkek hakimiyeti olgusudur.
Kadına sen kimsin diye sorunca, iki çocuğumun anasıyım ya da kocamın karısıyım diyor. İyi de sen kimsin dediğinizde de kendini yine hep edilgen bir vaziyette tanımlamaya alıştırıyor. Bu durumda birey olma yoluna kendini hazırlayan kadınımız artık ben “bireyim “ diyebilmeli. Bu paranoyadan kurtulmalı ve kadının üzerindeki göz, o akbaba gibi, sürekli her hareketi denetleyen, kontrol eden yapıdan sıyrılmalıdır. Bundan kurtulmanın artık bir zamanı geldi; fakat bu noktadan itibaren konuyu sosyolojik bir açıya doğru götürmek istiyorum. Bu gözlem altında, her hareketin denetlenmesi, aslında devletlerin varoluş biçimi de bu değil mi? Paranoyanın gelişmesi son derece doğal. Özgürlük içinde, ben bugün de şöyle bir hareket yapayım demek de mümkün değil; çünkü hemen pat diye bir el, biraz kendini denk al diyor. Demek ki bu denetim ve kontrol zaten devlet ve kurumlarının ana işleyiş felsefesi. O halde üniversitede, sokakta, tarlada biz kendi keyfimize göre hareketler yapamayız. Demek ki devlet nasıl, kelimenin tam karşılığı ‘pan optik’ yani herşeyi gören bir göze sahipse, Üniversite de her şeyi gören bir göze sahip olmalı; çünkü üniversite de devletin bir kurumudur ve istendik, aynı tipte davranışlar yaratmayı amaçlayan bir kurumdur. O zaman ben de soruyorum, zaten küçüklüğümüzden beri gelen pek çok konudaki hareket kısıtlılığı ve istendik davranışlar gösterme bize dönük gözetim ve denetimler, üniversitede de devam ediyorsa, üniversite eğitiminin bundan önceki veya toplum içinde bundan sonra yaşayacağımız gözetleniyorum, denetleniyorum paranoyasından ne gibi farkı var. Peki, o zaman üniversite bizi ne yapacak? Özgür bırakırsa adı kargaşa olacak. Ne yapacak şimdi?
Birey artık farklı gözlerle bakmayı ve bazı şeyleri görmeyi, farklı algılamayı öğrenmeli. Bazı şeyleri duymayı ve algılamayı, düşünmeyi, mücadele etmeyi öğrenmeli. Kendini güven altına alabilmenin birinci yolu mücadeleye başlamaktır ve bu mücadeleye bir yerden başlamalı.
Konumuza bir de farklı bir bakış açısı ile bakalım “Mitolojik açıdan baktığımız vakit genelde Anadolu, Eski Yunan, Eski Roma kültürlerine baktığımızda, insan bilinçlenmediği oranda karanlığa düşüyor, karanlığa düştüğü oranla “tanrılar” yaratmaya başlıyor. Korkularını dengeleyebilecek tanrılar yaratmaya başlıyor. Bu nedenle de ne zaman korksa yaratmış olduğu mitolojik tanrılarına sığınıyor, tanrılar da onları en çaresiz anlarında gelip kurtarıveriyor. Kadınlar da daha fazla korkutuldukları, daha fazla baskı altında tutuldukları, daha fazla karanlıkta bırakıldıkları için, acaba tanrılar yaratarak mı hayat mücadelesine giriyorlar? Durum bu iken, erkek egemen dünyada, erkek tanrılar mı yaratıyorlar? Bana kalırsa yaratıyorlar. Babasına tapmaya başlıyor, babası ne derse onu mutlaka yapmak, hem de korkarak yapmak durumunda kalıyorlar. Ağabeyi de bu anlamda ‘lesser god’ ama o da bir tanrı. Şu halde, tabi bu erkek tanrılar arasında kadınlar üniversiteye nasıl sıyrılıp giriyorlar? Üniversitede, bilimin aydınlanmasıyla acaba bu tanrıları dengeleyebilirler mi; yoksa bu tanrılar zaten evlenene kadar, evlendikten sonra, ayrı bir tanrı geliyor biliyorsunuz ‘kocalar’, bunların egemenliği altında yollarına devam mı ediyorlar. Üniversite süreci, aydınlanma dönemi dediğimiz o süreç acaba yaratılan bu fantezi ürünü tanrıların dengelenmesinde bir bilinç kazandırıyor mu, kazandırmıyor mu?
Tek suçları kadın olmaktı. Tek suçları özgürce yaşamak istemesi ve okuluna gitmesiydi. Okulu bitirince yardımcı olma istediği kişiler bunu ona çok gördüler;
Türkiye Cumhuriyetinde 17 Şubat 1926’da Medeni kanunun kabulü ile haklar kazanılmış ancak toplumsal boyutta “Kadın Şiddeti” ve kadına karşı bakış açısı ciddiyetini kazanamamıştır.
Aile içerisinde oluşan yanlış toplumsal cinsiyet kalıpları, kız çocuklarını birey olarak görmeyen bir yapısal zihniyet oluşturmaktadır. Bundan ötürü kadınların yaşam boyunca şiddete uğramasının önünü açılmaktadır. Bu döngüyü durdurmak dengeli ve ciddi bir devlet politikası ile sadece olgunluk kazanacaktır.
Kadın’ın önce insan olduğunu unutmadan, kadınlarımızın ülkemizde rahat ve huzur içerisinde yaşamasını sağlamamız gerekmekte. Bir kızımız dolmuşa bindiğinde acaba ıssız bir yere götürüleceği korkusu içinde olmamalı. Bu korku imparatorluğu içerisinde kadınlarımız tek kalmamak için birlikte inmek ve birlikte toplu taşımaya binmek zorunda kalıyorlar. Sosyal devletin bu noktada yetersiz kaldığını görmekteyiz.
Bu konuya duyulacak hassasiyet hem toplumsal düşünce de kazanç sağlar hem de yapılacak olan yasal düzenlemeler ile eğitimsel ve kültürel algıları yapılandıracaktır.
Sosyal Devletimizde neler yapılmalı;
1) Her türlü kadına yönelik uygulanmış olan şiddetin soruşturulması ve cezalandırılması
2) Aile içi şiddeti önlemek için kamusal çalışmaların artırılması ve kapsamlı ele alınması şart
3) Sosyal yaşam ortamı olan sokak, ev, işyeri, spor merkezi veya yaşam alanında uygulanacak olan şiddete karşın caydırıcı yasal tedbirler alınmalı ve uygulanmalı
4) Cinayete maruz kalmış veya şiddete uğramış kadınların, eve geliş saati ve ya telefon ile sıkça konuşması gibi nedenlerden tahrik sayılarak büyük ceza indirimlerine gidilmesi engellenmeli ve toplumun en savunmasız bireyleri olan kadın ve çocuklara yaşam hakkına yönelik suçlarda ceza indirimi kesinlikle uygulanmamalı
Bugün bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sokakta rahat gezip, özgürce fikirlerini aktarmakta sıkıntı yaşıyorsa bunun durum analizi net ve somuttur. Sosyal devlet vatandaşlarının refahı, huzuru ve sağlığı için vardır, eğer sosyal devlet olmaktan ve büyük bir devlet olmaktan bahis ediyorsak, önce yurttaşlarımızın hak ve özgürlüklerini korumamız şart.
Muratcan IŞILDAK