Tıpkı Balboa’nın Philadelphia’daki o gençlik günlerinde olduğu gibi kendisinin basit, sıradan bir sokak serserisi olmadığını başta kendisi olmak üzere çevresindeki herkese ispat etmeye çalışan yetenekli Tommy Gunn’ın antrenörlüğünü üstlenmeye, her ne kadar ilk başlarda kabul etmemiş olsa da, sonunda bir şekilde ikna olarak boksa dair bildiği hemen hemen her şeyi öğrencisi olan Gunn’a bir an önce öğretmeye koyulan Rocky’nin, zaman içerisinde önüne çıkan her rakibini devirerek sonunda ağır sıklet boks şampiyonluğu için ringe çıkmaya hak kazanan öğrencisinin arkasında türlü sebeplerle antrenörü olarak değil de, içerisinde kum torbasının da bulunduğu mütevazı evinin bodrumunda “dışarıdan destekleyeni” olarak karşılamak zorunda kalışıyla sanki daha bir nefret etmiştik biz o egoist, sünepe genç adamdan.
Aslına bakılırsa çok da haksız sayılmazdık hani. Zira çevresindeki kan emicilerin gazına gelerek kendisine o başarıları kazandıran kişiye sırtını dönmekten bir an bile çekinmeyen hayırsızın tekiydi Tommy Gunn. Ancak tabii bizlerden farklı olarak Rocky’nin her şeye rağmen bu delikanlıya sonuna kadar sabretmesinin altında onun, içerisine düştüğü karanlıktan bu delikanlı sayesinde aydınlığa çıkabileceğine, onunla yeniden kazanabileceğine ve yükselebileceğine dair yeşerttiği umutları yatmaktaydı. Bu sebeple o altın kemer maçında sanki ringde dövüşen oymuşcasına Gunn’un attığı her yumrukla coşarak aynı yumruğu ve hatta daha kuvvetlisini bodrumdaki kum torbasına kendisi de atmıştı.
Benim jenerasyonumdan olan Galatasaray sevdalılarının tümünü kapsayacak iddialı bir yorumda bulunmam elbette doğru olmaz. Ancak benim sansürdeki Kral Hakan Şükür’le kurduğum bağın, artık emekliliğini ilan ederek yaşlı Mickey pozisyonuna evrilen İtalyan aygırı Rocky’nin Tommy Gunn’la kurduğu bağa çok benzediğini hemen ifade etmeliyim. Leeds, Milano, İstanbul, Bologna…Şükür atınca, Şükür kazanınca, Şükür başarınca, Şükür yapılamayanları yapınca, hayal dahi edilemeyenleri bir bir gerçeğe dönüştürdükçe ve bütün bunların koalisyonu olarak da hem ülke futbolunun hem de Galatasaray’ın kaderini neredeyse tek başına değiştirdikçe bu lanet dünyaya “olağan kaybeden” olarak düşen ben de kendimi onunla birlikte atmış, kazanmış, başarmış, köstebek gibi eşelediğim o kadim karanlıklarımı sonunda aydınlığa çevirmiş hissediyordum.
İşte bundan yaklaşık 3 hafta önce bir Beşiktaş maçı öncesinde Galatasaray tribünlerinde hazırlanan cumhuriyetin 100. Yılı koreografisinin bir bölümünde Bülent Korkmaz’ın UEFA kupasını kadim takım arkadaşı Hakan Şükür olmadan tek başına kaldırmış olarak resmedilmesine dair yaşadığım üzüntünün, hissettiğim kızgınlığın bu kadar büyük olmasının ve hatta normal şartlarda coşkuyla izlemem gereken bir derbiyi yaşadığım o korkunç hayal kırıklığı sabebiyle zaman zaman gözyaşlarımı silerek izlemek zorunda kalmış olmamın yegane sebebi, hiç tanımadığı, kuvvetle muhtemeldir ki hiçbir zaman da tanıyamayacağı bir hayranının hayatına bu kadar etkili bir şekilde dokunmayı başarmış; onu kendisiyle birlikte yükseklere çıkarmış, onun başarmanın, “önemli ve değerli” olmanın tadını hissetmesini sağlamış böylesine nefis bir sporcunun, harika bir atletin, Galatasaray’ın yaşayan efsanesinin, üstelik hayatını adadığı kendi kulübü ve o kulübün bazı taraftarları nazarında, göstere göstere “yok sayılmış” olmasıydı.
Faşizmin yine iyiden iyeye azıya aldığı şu karanlık, kaos yüklü günlere uyum sağlama adına hem Galatasaray kulübünün, hem de takım arkadaşlarının ve en sonunda da Galatasaraylı bazı taraftarların nazarında Şükür’ün hala ısrarla ve inatla yok sayılması söz konusu olsa da, şartlar ne olursa olsun, memlekette ne türden bir iklim yaşanırsa yaşansın, benim gibi onu karşılıksız sevenler, bizlere yaşattıkları sebebiyle ona büyük vefa borcu olanlar açısından değişen hiçbir şey olmamıştır, olmayacaktır da.
Adı belgesellerden, arşivlerden , Galatasaray tarihinden ve şimdilerde de koreografilerden çıkartılmaya çalışılan Hakan Şükür’ün bizim kuşağımızın evlat sahibi olanlarının çocuklarına anlatabilecekleri “havada asılı kalabilen” ve hatta kendisini izleyen hayranlarını havaya sokarak onlara “hayat verebilmeyi” başarabilmiş bu toprakların görmüş olduğu en büyük santrafor olduğu gerçeğini kimse değiştiremeyecek, yok sayamayacaktır. Hiçbir iktidar hesabı, hiçbir sportif rekabet ve bu rekabetin arsızca emzirdiği iflah olmaz kıskançlıklar bu sarih gerçeği örtemeyecek, hasır altı edemeyecektir.
Uğur Güney Subaşı