Benim adım Mehmet Baransu. Kareli ceketli badem bıyıklı yağma organizasyonunun kullanışlı birer aparatı ya da medyatik şakşakçısı olmayı kabul ederek kamunun yağmalanması hususunda tıpkı şimdilerin anlı şanlı “yerli ve milli” milliyetçileri ya da dincileri gibi utanmadan “üç maymun”u kolayca oynamak varken; doğru yerde durmak yerine ne olursa olsun “doğrunun yanında” mevzilenmeyi tercih ettiği için meslek hayatından acımasızca dışlanan, yetmedi hukuksuzca tutsak edilen, o da kesmedi tutsaklığı geniş kitlelerce yıllarca görmezden gelinen, ancak bütün bunlara rağmen de iradesine talip olanlara karşı tıpkı Selahattin Demirtaş, tıpkı Osman Kavala, tıpkı Ahmet Altan ya da Merdan Yanardağ örneklerinde görüldüğü gibi asla diz çökmeyen, boyun eğmeyen, “denileni” değil, bedeli ne olursa olsun “gerekeni” yapmaktan hiçbir zaman çekinmeyen hükümlü bir gazeteciyim ben.
Fakat sadece hükümlü bir gazeteci değilim ben. Sonunda “Fetöcü”, “Fetönün bavulcusu”, “Vatan millet düşmanı”, “Fenerbahçe düşmanı” ve hatta bütün bu saçmalıkların olmazsa olmazı “Silahlı Kuvvetler düşmanı” olarak haksızca, hayasızca damgalanma pahasına, kin ve nefret yüklü bir otokratik tek adamın zamanla suç ve günah şebekesine dönüşen ceberut düzeninin ne yandaşlarından ne de paydaşlarından birisi olmayı kabul ederek bu kirli ve ırkçı rejime karşı sonuna kadar direnmeyi; tüm kahpe, tüm vahşi saldırılara rağmen de hakkın ve hakkaniyetin, doğrunun ve güzelin yanındaki o ışıltılı mevzilerinden bir gün bile, bir an bile ayrılmamayı seçerek uzun ama çok uzun zamandır demir parmaklıkların ardında siyasi bir tutsak olarak yaşamayı göze almış kararlı bir direnişçiyim de aynı zamanda.
Oysa, belki de büyük bir nefretle ya da merakla okuduğunuz bu “görülmüştür!” satırları zamanla benim “direnme üssüm” haline dönüşen demir parmaklıkların ardında “tutsak bir gazeteci” olarak değil de; büyük maaşlar karşılığında gerine gerine oturacağım bu çürümüş medyanın amiral gemisinin kaptan köşkünde gözde bir Genel Yayın Yönetmeni olarak çok rahat bir biçimde kaleme alabilirdim. Her ne kadar birçoğunuz benden ölümüne nefret ediyor olsanız da sizler de gayet iyi biliyorsunuz ki şimdilerin gazeteci görünümlü malum hokkabazların ya da mesleklerine ihanet etme telaşına düşmüş pişkin iş takipçilerinin aksine bir döneme damgasını vuran mesleki birikimim ve bu mesleğe dair doğuştan gelen rafine kabiliyetim böyle bir pozisyonun hakkını vermeme fazlasıyla yetebilirdi.
Ancak ben bunu hiçbir zaman tercih etmedim. Çünkü benden yıllarca ayrı kalacağını bile bile benimle evlenmesinin ağır bedeli olarak bu zor ve hatta imkansız görülen birlikteliği soğuk bir mapushane hücresinin tanıklığında kahramanca yürütmek zorunda kalan kıymetli bir eşin, dirençli bir kadının, dinmeyen bir isyanın, geniş kitleler tarafından ısrarla görülmek istenmeyen haklı bir gözyaşının karşısına, koltuk ve dolgun maaşlar uğruna kalemini çeşitli güç odaklarının emrine sınırsızca sunmaktan çekinmemiş onursuz bir gazeteci olarak asla çıkamazdım, yapamazdım bunu ona ve tabii aileme. Küçük bir azınlığın dışında yıllardır hemen hemen tüm kesimlerin üzerime arsızca çullanmasına rağmen neredeyse “tek kişi” olarak verdiğim bütün o meydan savaşlarından her defasında bu kadar güçlenerek ve çevresine bu kadar güç vererek ayrılabilmemi sağlayan bütün o ahlaki üstünlüğüme “özgürlük” pahasına da olsa bir anda ihanet edemezdim.
Dolayısıyla içeride “gururla” bakmayı, dışarıda “utanarak” bakmaya tercih etmiş oldum. Ve hayatımın hiçbir anında da bu tercihimden dolayı pişman olmadım. Bir değil, bin defa daha dünyaya gelsem çok iyi biliyorum ki ben yine aynı tercihte bulunurdum ve muhtemeldir ki ben yine özgür olamazdım. Ancak tabii bütün bu tehlikeli tercihlerimin ya da bir anlamda muktedire karşı korkusuzca meydan okumalarımın hem benim hem de cefakar, vefakar ailem açısından ağır bir bedeli olacağı da mıh gibi ortada idi hani.
Gün sonunda benim yokluğumu fırsat bilerek benim tırnağım bile etmeyecek gazeteci görünümlü bazı hokkabazlar “yürekli gazeteci” diye kendilerini sağa sola arsızca pazarlayıp, hepi topu birkaç aylığına yatıp çıktıkları mapushanelerden kendilerine birer kahramanlık destanı devşirmeye çalışırlarken; o yüreğe yıllardır itinayla ev sahipliği yapmış ve bu sebeple de çok ağır bedeller ödemek zorunda kalmış benim gibi gerçek gazeteciler ise, bir avuç insanın kendilerinin özgürlüğünü sağlamak için yıllardır verdikleri çetin kavgalara rağmen, mesleki yaşantılarının en verimli dönemlerini soğuk bir mahpushane damında saçma sapan, abuk sabuk suçlamalara “savunmalar” hazırlayarak geçirmek zorunda kaldılar, kalmaya da devam ediyorlar ne yazık ki..
Benim adım Mehmet Baransu. Bir gazeteciyle ne sebeple alıp veremedikleri gün gibi ortada olan malum zalimlere ve onların yıllardır av köpekliğini yapmaktan zerre i miskal utanmayan malum alçaklara karşı yıllardır sürdürülen bu haysiyet savaşında bir gün bile yenilmeyi, kaybetmeyi ya da pes etmeyi düşünmemiş; üstelik özgürce yazmasın diye de elleri sıkıca kelepçelenmiş, kalemle kağıda ve tabii meslek onuruna halel getirmemenin birer gurur nişanesi olarak da nefretten imal edilmiş o “utanç kelepçelerini” fırsatını her bulunduğunda göğe doğru gururla kaldırmasına ve verilen o fotoğrafla da basın tarihine geçmesine bir türlü engel olunamamış tutsak bir gazeteci, ama aynı zamanda da kararlı bir direnişçiyim ben.
Uğur Güney Subaşı
Not: Okuduğunuz cümleler benim tarafımdan yaratılmış bir kurgudan ibarettir.