1998 yılında tüm dünyayla birlikte necip memleketimizi de yüksek rihterli bir deprem ölçeğinde beşik gibi sallayan Saving Private Ryan filmine kendimizi hazırlamak, o müthiş destanın havasına girebilmek için tıpkı Amerikan askerlerinin Normandiya Omaha Beach’e çıktıkları gibi büyük kalabalıklar eşliğinde sinema salonlarına “çıkarma” yaptığımızı ve filmin bitmesiyle birlikte birçok izleyici gibi benim de aynı filme bir gün sonrası için yeniden bilet aldığımı büyük bir özlemle hatırlıyorum.
Zira kamera arkasında Cincinnati, Ohio’nun tartışmasız en ışıltılı ihraç kalemlerinden biri olan usta yönetmen Steven Spielberg’in olduğu, 2. Dünya Savaşı’na dair şu ana kadar yapılmış, hali hazırda yapılan ve hatta yapılacak olan tüm savaş filmlerinin “şahikası” olarak kabul edilen böylesine başarılı bir şöleni sadece 1 defa izlemenin her sahnesiyle, her diyaloğuyla tüylerimizi diken diken eden bu müthiş filme karşı yapılacak telafisi imkansız bir haksızlık ya da vefasızlık olacağını düşünmüştüm.
İşte bu unutulmaz destanın beni en çok etkileyen ve ne gariptir ki nasıl sonuçlanacağını bilmeme rağmen her izlediğimde ilk günkü gibi beni yeniden etkileyerek sabrımı ve sinirlerimi duvardan duvara vurmayı başaran sahnesi, ağır makineli tüfeğiyle Almanlara adeta ölüm kusan Adam Goldberg’in hayat verdiği er Stanley Mellish’in daha birkaç sahne öncesinde yüzbaşı Miller (Tom Hanks) tarafından canı bağışlanan sinsi bir Alman askeri tarafından üstelik Timothy Upham isimli Amerikalı bir askerinin korkaklığından peydahladığı çaresizliği ve tanıklığı eşliğinde sakin sakin, yavaş yavaş, usul usul, göstere göstere öldürülmesi olmuştur.
Yurttaşı olmaktan ziyade zamanla birer kurbanı haline dönüştüğümüz bu kanlı düzende hayatımıza, özgürlüğümüze, zekamıza, umutlarımıza, her türden tercihlerimize, alışkanlıklarımıza, inançlarımıza ve hatta inançsızlıklarımıza yıllardır göstere göstere saldırıldığını düşündükçe; aslında her iki tarafa da ait olmayan yanmış, yıkılmış küçük bir Fransız kasabasında yaşanan o kanlı kapışmanın sadece 1998 yılından beri defalarca izlediğimiz o muhteşem prodüksiyona ait “tahammül edilmesi külfetli” bir sahne olmadığını; aslına bakılırsa yaşayacaklarımızın ya da başımıza geleceklerin(!) kusursuz bir metaforu olarak taa yıllar öncesinden üstelik bir salon insanla birlikte bize defalarca izlettirildiğini şimdilerde daha iyi anlıyorum.
Filmdekinin aksine kanlı kapışmaların sahnelendiği kasaba’nın sadece kendisine ait olduğunu iddia ederek ve bu tehlikeli iddiasının kendisine sağladığı özgüvenle de bizi muhalif olarak değil, ivedilikle yok edilmesi gereken bir düşman olarak görerek büyük bir nefret, hoşgörüsüzlük ve hazımsızlıkla hayatlarımızın üzerine hunharca abanan ve bizi yok etmek sevdasıyla hiçbir fırsatı ıskalamayan vahşi bir yapılanmayla, son derece tehlikeli, mafyatik bir organizasyonla karşı karşıyayız.
Bizler açısından asıl düşündürücü olan, nefeslerinden sızan nefretlerini yüzümüzde yakınen hissettiğimiz bu ağır saldırılardan bizi korumalarını beklediğimiz hak, hukuk ve adalet dağıtıcılarının tıpkı Mellish’in öldürülmesini duvarın arkasından duymasına, izlemesine ve hissetmesine rağmen ama “korkusundan” ama “acizliğinden” ama “yetersizliğinden” onun öldürülmesini engelleyemeyen Timothy Upham gibi bu açık saldırıya seyirci kalarak; seyirci kalmakla da yetinmeyerek sırf “ağırlık olsun”, “daha fazla acıyla sınanalım” ümidiyle cari iktidarla birlikte üzerimizde tepinmekten hiçbir şekilde çekinmeyen hukukçu(!) silah arkadaşlarıyla da mücadele etmek, meslek onurlarına sadık kalmaları gerektiğini, zira mesleklerine ihanet edenin hayatta her şeye kolayca ihanet edebileceğini onlara sürekli olarak hatırlatmak zorunda kalmamızdır.
Ülke tarihinin tartışmasız en kritik seçimlerinin kapıda olduğu şu hassas günlerde ideolojik, mezhepsel, ırksal tüm farklılıklarımızı ve tabii geçmişte yaşananları hiç olmadığı kadar kararlı bir şekilde bir kenara bırakarak millet ittifakının adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun etrafında “BİR” olmayı, “BİRLİK” olmayı başaramazsak eğer; mesleki doğrularından bu kadar uzaklaşmış hukukçuların görev yaptığı (görevlendirildiği) böylesine karanlık, böylesine kaos yüklü bir dönemde vereceğimiz kavgaların, karışacağımız kapışmaların dozu iki askeri hariç tüm timini kaybeden ve kendi de birçok yerinden ölümcül yaralar alan Yüzbaşı Miller’in köprüyü geçmek üzere olan Alman tanklarına ve askerlerine doğru güç bela doğrulttuğu beylik silahı ile ateş ederken ki yaşadığı çaresizlik ve tabii etkisizlikle eş değer olacaktır, karşılaşacağımız bu vahim gerçekten hiçbir şüpheniz olmasın.
Dolayısıyla, tıpkı Selahattin Demirtaş’ın da dediği gibi bu hayati seçimlerin belki de kadınların oy verebileceği son seçimler olabileceği ihtimalini aklımızdan bir saniye bile çıkartmayarak, kimin uğradığına bakmaksızın zulme, haksızlığa ve mağduriyetlere karşı ortak bir ses çıkartabilmeyi mutlaka başarmalıyız. Çünkü, tıpkı Fransa semalarında birden belirerek tüm kardeşleri savaşta ölen er Ryan’nın sağ salim bir şekilde ailesine kavuşmasını sağlayan müttefik uçakları gibi, sayelerinde kapkara hale gelen bu memleketin gökyüzünde birden belirerek, Fransa topraklarında çırpınan o küçük Amerikan timi gibi memleket sathında çaresizce çırpınan bizlere hayat verecek, umut verecek kalabalık bir uçak filomuz yok bizim.
Belli ki elimizdeki tek ve en kıymetli silah envanterimiz, geçip giden zamana karşı özerkliğini ilan eden büyük haklılığımızla, bu haklılığımızı yerine ve zamanına bakmaksızın her yerde, her zaman dile getirmemizi sağlayan büyük cesaretimiz ve yılmayan inadımızdan ibarettir. Zaten bizi sağ salim “geleceğe” ulaştıracak olan da karşımızdaki bu ırkçı, mezhepçi Orta çağ ittifakına karşı birlikte hareket ederek bu onurlu envanterimizi çok daha işlevsel ve görünür hale getirmek olacaktır.
Uğur Güney Subaşı