“Hayattaki en büyük mucize, insanın küçükken iyi bir öğretmene rastlamasıdır.” demiş ya da yazmış ünlü yazarımız Buket Uzuner. Ben o “mucizevi öğretmene” Uzuner’in bu nefis tespitinin aksine küçükken devam ettiğim ve her anında inanılmaz başarısız olduğum ilk ya da ortaokulumun o emektar sıralarında değil, köy enstitülü bir öğretmen olarak hayatının tamamının geçtiği Bozkırdan evimize 2 ya da 3 günlüğüne misafir olmasının şerefine kurulan ışıltılı bir yemek masasına sadece onun “sırsıklam” bir hayranı olan bir akrabası olarak değil; aynı zamanda ileride sıkı bir Uğur Mumcu adayı olacağını hem ona hem de artık Uğur Mumcu olma sürecini ziyadesiyle tamamlamış olan babasına bir an önce ispat etmek üzere sola ve Kemalizme dair tüm öğrendiklerini, tüm okuduklarını ve tabii tüm ezeberlediklerini o masaya ergen bir hevesle taşıyan “aklı bir karış havada” bilmiş bir delikanlı olarak oturduğumda rastlamış ve tıpkı bir kitap okuduktan sonra hayatları tümüyle değişen Orhan Pamuk’un o kaotik kahramanları gibi benim de hayatım bir daha asla eskisi gibi olmayacak şekilde tekmil-i birden değişmişti.
Zira o gece annem tarafından özenle kurulan yemek masasında bir ergen telaşında herkesin üzerine boca etmeye çalıştığım bütün o yalan yanlış siyasi ya da tarihsel bilgilerimi, zaman zaman sadece 1 duble ile sınırlı olan rakısından, belli ki rakısı hemen bitmesin diye, az az yudumlayarak, zaman zaman da geçmişte yaşadığı ağır kalp rahatsızlığından ötürü uzun süredir kendisine yasak olan sigaraya olan özlemini babamın sigara paketini hani dalındaki kırmızı bir gülü koklar gibi koklayarak gidermeye çalışırken karşılayan ve sıkı bir öğretmen olmasının verdiği sonsuz deneyimle de, karşısında oturan heyecanlı delikanlı tarafından sola, Kemalizme dair üzerine küstahça boca edilen bütün o yalan yanlış bilgileri tane tane düzelterek sahibine geri yollayan müthiş birikimli, Türkçeye ve yakın tarihe son derece hakim, gerçek bir solcuyla, gerçek bir Bozkır mucizesiyle o gece, o yemek masasında karşılaşmıştım ben.
Yakın tarihe dair bütün bildiklerimin yaşanmış değil, yazılmış; sonradan imal edilmiş resmi tarih yalanları olduğunu, 1925’te 1 Mayıs İşçi Bayramının kutlanmasını yasaklayarak emek-sermaye diyalektiğinde sermayeden yana tavır alacağının haberini veren Kemalizmle sol ve sosyalist değerlerin hiçbir zaman bir arada olamayacağını, genç cumhuriyetin temellerinin Türk ve Sünni ırkçılığıyla özdeşleşen ittihatçıların B kadrosu tarafından atıldığı için o ünlü 6 okun birçok okunun aslında birer safsatadan ibaret olduğunu, ki zaten Dersim 38’de de bu ırkçılığın izlerinin çok net bir biçimde görülebileceğini, bu topraklardaki gerçek solculuğun, ezenlerden değil, ezilenlerden, haksızlık edenlerden değil, haksızlığa uğrayanlardan yana tavır alan ve bunun için de ağır bedeller ödemek zorunda kalan Hasan İzettin Dinamo’lardan, Nazım Hikmet’lerden, Orhan Kemal’lerden, Sabahattin Ali’lerden ve tabii Kemal Tahir’lerden geçtiğini ilk defa o gece öğrenerek daha önce hiç bilmediğim, daha önce hiç duymadığım ucu bucağı olmayan gerçek bilgi okyanuslarına o yemek masasındaki hızlandırılmış “mucizevi kurs” sayesinde yelken açabilmiştim.
Sanıyorum eski bir yazımda bahsetmiştim, gariptir ki, ben normal şartlar altında hemen hemen tüm yazılarımı uyumakla yazmak arasında kararsız kaldığım o uzun ve sessiz Çukurova gecelerinde genellikle terchimi “uyurken yazmak” yönünde kullanarak o sabah kalktığımda geride bıraktığım geceden zihnimde kalanları kalemle kağıda dökerek yazabiliyordum.
Lakin bu sefer ilk defa bir yazımı, Ankara’dan Adana’ya doğru yol alan şehirlerarası bir otobüsün tekli koltuğunda kendisini bile aydınlatmaktan son derece aciz, bakımsız bir tepe lambasının şahitliğinde, geçmişteki tüm Kemalist paradigmalarımı yerle bir ederek hayata ve tarihe bakışımı kökünden değiştirmeyi başaran Bozkırdaki mucizenin giderek bozulan sağlık durumu nedeniyle onunla son bir defa da olsa görüşebilmek ve bana kattıkları sebebiyle ona yürekten teşekkür edebilmek için gittiğim Bozkır’da ona yetişebilmeyi, onu görebilmeyi başaramadığım için hissettiğim büyük üzüntüyü, tarifi imkansız hayal kırıklığını ve bu “teşekkür” seyahatini zamanında yapmadığım için kendime dair hissettiğim derin öfkeyi anlatabilmek için kaleme alıyorum.
Zamanında yetişebilmeyi başarabilseydim eğer, ona anlatacaklarımı duyacağı ümidi ile hasta yatağında onun kulağına doğru usulca eğilerek, 80’lerin o sıkıcı Bozkırın’da sırf canım sıkılıyor diye İlçe Milli Eğitim Müdürü gibi önemli bir unvanı taşıyor olmasına rağmen gecenin bir vaktinde ilçedeki tüm lokallerin kapısını açtırarak bana “okey” bulmaya çalıştığı için, o yıl Bozkır’a çok az kar düşmesine rağmen, geldiği yerde daha önce hiç kar görmeyen “hergelesine” nerede olursa olsun o karı gösterebilmek için koca Bozkırın etrafını emektar Murat 124’üyle “köy köy” tavaf ettiği ve az da olsa bana o karı göstermeyi başararak beni müthiş mutlu ettiği için, anlattıklarıyla bahçesindeki o muhteşem erik ağacının altını bana tek kişilik bir üniversiteye çevirdiği için, beni ve ablamı ne kendi çocuklarından ne de torunlarından ayırarak bize ilgisini ve sevgisini hiçbir zaman eksik etmediği için ona sonsuz teşekkür etmek istediğimi ve bendeki, bizdeki tüm haklarını kendisine helal ettiğimi, helal ettiğimizi söyleyecektim.
Ancak olmadı.
Ne yazık ki olmadı.. (Bozkırdaki Mucizenin anısına saygıyla)
Uğur Güney Subaşı