Ayakkabılarım dahil yaklaşık 150 cm boyla başladığım lise kariyerimi tam 180 cm gelerek tamamlamama ve bu sayede okulun ilk yıllarında bana reva görülen “ufaklık” lakabından tümüyle sıyrılmama neden olan sportif gelişme, lise yıllarım boyunca başta Majesteleri Micheal Jordan ve yetenekli Hırvat Toni Kukoç olmak üzere 90’lardaki basketbol oyununun adeta “terminatörü” haline gelen efsane Chicago Bulls takımının oyuncularına öykünerek oynadığım ve zamanla çok da iyi oynar hale geldiğim basketbol oyununun haneme yazdırdığı her bir “artı” santimler olmuştu.
Kişisel serüvenime dair bu kısa girizgahtan da tahmin edeceğiniz üzere, sırf Majestelerini hissetmek, onun bir parçası olmak sevdasıyla turnikeye kalkarken dillerini şımarıkça dışarıya çıkartan jenerasyonun mutlu mesut bir üyesiydim ben de. Her ne kadar o dönemin şartlarına göre oldukça pahalı olan ve bu sebepledir ki benim gibi orta ve alt gelir gruplarına ait delikanlılar açısından ulaşılması imkansız olarak görülen o efsane siyah “Nike Air Jordan” spor ayakkabılarına hiçbir zaman sahip olamadıysam da; her yanı buram buram “Siyah İsa” kokan şortlarımla, Bulls tişörtlerimle ve boğa motifli çoraplarımla okul bahçemizin hemen hemen her köşesinde onun Çukurova’daki birer temsilcisi ve inanmış bir müridi gibi yaşıyor, oynuyor, nefes alıyor ve hatta aşık oluyordum.
İşte tam da bu sebeple, hatırlamak bile istemeyeceğimiz o korkunç pandemi döneminde Netflix’te yayına giren The Last Dance belgeseli, benim gibi hem bu sporu hem de bu sporun “İsa”lığına soyunmuş olan bu meziyetli adamı fazlasıyla özleyen basketbolseverler açısından tam anlamıyla ilaç gibi gelmişti. Her bölümüyle, her sahnesiyle buram buram kalite kokan ve bizi o güzel yıllara yeniden götürmeyi başaran bu nefis belgeselin ilerleyen bölümlerinde beklendiği gibi söz, o yıllarda Jordan’ın parkelerdeki baş asistanlığına soyunmuş olan Scottie Pippen’a da gelmişti.
Babasının öldürülmesi üzerine Jordan’ın basketbola veda ettiği o ilk sezonda oynanan çekişmeli geçen bir play-off müsabakasında son topun kendisinin kullanması gerektiğine karar verdiği halde; bunun takımın koçu Phil Jackson tarafından uygun görülmemesi üzerine oyuna dair küçük çaplı bir “greve” imza atarak mola sonrasında maça dönmeyi reddettiğini anlatan Pippen, Toni Kukoç’un o son topu baskete çevirmesiyle birlikte kendisi olmadan da maçı kazanabileceklerini gösteren takım arkadaşlarına ithafen; “Kendimi oyundan önemli sanmıştım; ama değilmişim!” itirafında bulunmuştu.
Elbette onun gibi sonuç itibarıyla “insan” olarak niteleyebileceğimiz dünyalı basketbolcular için geçerli olabilecek bu tarihi itirafı Jordan gibi bilinmeyen bir gezegenden gelmiş tarif edilemeyen bir “türe” ait sporcular için ifade etmek ne kadar mantıklı olacaktır, doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda ciddi şüpheler istihdam etmekteyim!
Evet, kazanmak uğruna her türlü olumsuzluğu kendisi için motivasyon unsuru olarak kullanan ve hatta zaman zaman olmayan unsurları da bir şekilde “imal etmeyi” başaran Majesteleri Jordan, tıpkı Maradona gibi oynadığı oyundan çok daha fazlasına tekabül etmiş insanlık tarihinin şu ana kadar görmüş olduğu en büyük basketbolcusu ve sporcusudur.
Bu konuda hiçbir tartışma, fikir ayrılığı yoktur kanımca. Ancak modern tarihin görmüş olduğu en büyük sporcusu olmak, dünyanın diğer ucundaki liseli gençleri kendinize hayran bırakmak, pür günahsız, hatasız ve hatta suçsuz bir yaşam sürdürdüğünüz anlamına gelmiyor elbette.
O yıllarda takımın Genel Menajerliğini yapan kısa boylu Jerry Krause’a yönelik onun fiziksel özellikleriyle dalga geçen çocukça şakaları, ülkesindeki ırk ayrımcılığı gibi çetrefilli siyasi konulardan bilerek ve isteyerek uzak durması, müptelası olduğu kumar sevdası yüzünden akçeli işlere bulaşması ve belki de o akçeli işlerin ona bir babaya mal olması, takım arkadaşlarıyla olan problemli ilişkileri..Bütün bu tuhaf davranışlar ve itici hareketler sporcu olarak sporun ve oyunun bizatihi kendisinden çok daha fazlasına tekabül eden böylesine ışıltılı bir insanın, parkeler dışındaki bir yurttaş olarak son derece silik, sıradan bir karaktere park ettiğini göstermiştir bizlere ve hatta bu nefis belgeselle birlikte tüm dünyaya..
Ancak gerek saha içinde gerekse de saha dışında yaşanan bütün bu olumsuzluklara rağmen tıpkı “Tanrı’nın ayağı” kontenjanından yeryüzüne inerek hem kendisinin hem de zamanla ilahi bir mertebeye erişerek futbolun kaderini tümüyle değiştiren Diego Armando Maradona gibi Micheal Jordan da “Tanrı’nın eli” olarak sonlandırdığı o müthiş kariyeri boyunca milyonlarca ve hatta milyarlarca insana bu sporu sevdirmesi ve onlara umut olmayı başarmasıyla sonsuza dek hatırlanmayı, saygı ve ilgi görmeyi hak etmiştir. İşte Last Dance belgeselinin misyonu da bu kusursuz gerçeğin bir kez daha güncellenerek yeni kuşaklara aktarılmasını sağlamak olmuştur.
Uğur Güney Subaşı.