Mesleğini evrensel standartlarda hakkıyla yapmaya çalışmasının ağır bedeli olarak hem hayatını hem de imrenilecek bir başarıyla hala yapmaya devam ettiği mesleğini yurt dışında, gurbet ellerde sürdürmek zorunda kalmış olması yetmezmiş gibi, üzerine bir de takipçi sayısı milyonlara ulaşan kendisine ait sosyal medya hesabının altında sinsice yuvalanmış olan maaşlı AK troller tarafından kendisinin Amerikan bayrağı motifli battaniyeyi üzerine örterek derin bir uykuya yelken açtığı anda çekilmiş o ünlü fotoğrafının sık sık paylaşılmasıyla şimdilerde ülke sathında “gayri milli”, “vatan haini”, “Amerikan uşağı” ilan edilmeye çalışılan bu toprakların tartışmasız en kadim, en yiğit gazetecilerinin başında gelen Can Dündar’la veya onun ismiyle benim ilk defa karşılaşmam; 1991 yazında Adana Karataş’taki Özel İdare’nin yazlık kampında her tarafından kablolar sarkan tek kanallı, eski bir televizyonda gösterilen ünlü Demirkırat belgeseli sayesinde olmuştu.
Sadece 13 yaşında olmam hasebiyle yaş ortalaması 60 ve üzeri olan kalabalık bir izleyici kitlesinin şaşkın bakışlarını belgesel süresince kutsal bir emanet gibi üzerimde taşımış olmama ve tabii benim gibi artık çocukluktan gençliğe geçmeye aday haline gelmiş ergenleri kendisine çağıran Akdeniz akşamlarının sağdan soldan sızan o romantik melodilerine pek de aldırmadan her bölümünü, her sahnesini o tıfıl halimden pek de beklenmeyecek ölçüde büyük bir ilgi ve dikkatle takip ettiğim bu nefis belgeselin ilk bölümünün bitmesinin hemen ardından, plastik sandalyelerini belki de cuntacı 27 Mayısçılara olan dinmeyen öfkeleriyle her zamankinden çok daha gürültülü bir şekilde tahliye eden yaşlı amcalar gibi olay mahallini terk etmeyerek Birand dışında bu müthiş işi kimlerin kotardığını öğrenmek üzere belgeselin sonunda ekrana verilen isimlere pür dikkat odaklandığımı ve işte o eski televizyonun altında “yaşlı bir çocuk” olarak tek başıma otururken Can Dündar ismiyle ilk kez bu sayede karşılaştığımı daha dün gibi gayet net bir biçimde hatırlıyorum ve laf aramızda her hatırladığımda da o mutlu mesut dünlerimi çok ama çok özlediğimi fark ediyorum.
Zira benim çocukluktan gençliğe geçmeye başladığım 90’lı yıllarda, özellikle şimdilerin anti demokratik, totaliter düzeni ile kıyaslandığında, müthiş bir çeşitlilik vardı düşün ve kültür hayatında. Elbette devlet yönetiminde “keyfilik” ve “partizanlık” bugünkü kadar arşa vurmasa da yine de en geçerli “geçinme” ve kestirmeden de olsa “nüfus edinme” metotlarının başında geliyordu.
Direnen, kimliğine sahip çıkan Kürtlerle Aleviler, sayıları az da olsa gayrimüslimler ve haklarını cesurca arayan tüm sosyalistlerle emekçiler hukuksuzluğun resmi mengenesi arasına sıkıştırılarak bu ülkede hak aramanın her zaman için bir bedelinin olduğu kendilerine devlet ve hükümet eliyle itinayla hatırlatılıyordu! Ancak buna karşın yine de zalimliğin ve pervasızlığın durup mola verebileceği, az da olsa kendine gelip silkinebileceği bir “insaf” sınırı ya da “istinat duvarı” her daim olurdu.
Siyasete ziyadesiyle nezaket, kalite ve hoşgörü hakimdi. En sert siyasi kavgalar bile mertçe, açık açık verilirdi. Gazeteciler ve hukukçular mesleklerini pazara çıkartmak için bu kadar gönüllü değillerdi. Polisler ve bekçiler hükümetin milis kuvvetleri değil, halkın can ve mal emniyetini sağlamakla yükümlü devletin kolluk kuvvetleriydiler. İşte Can Dündar, şimdilere kıyasla gayet renkli ve kaliteli olan bu dönemin en üretken, en saygın genç gazetecilerinden birisiydi.
Sonrası ise zaten herkesin malumu…Yıllar içerisinde, basın toplantılarında siyasetçi alkışlamayı akıllarının ucundan bile geçirmeyi hem kendilerine hem de mesleklerine “ihanet” olarak algılayacak olan neslin belki de en son temsilcilerinden (ya da kalelerinden) birisi olarak, diğer birçok meslektaşının kolaylıkla görmezden geleceği, ki görmezden geldiler, birçok tehlikeli haberi cari iktidarları “dut gibi silkelemek” pahasına da olsa yapmaktan asla çekinmeyen, mesleğine olan bu müthiş tutkusu sebebiyle de bu tehlikeli haberlerin bedelini çok ağır bir biçimde ödemek zorunda kalan, sayısız düşman edinen, ama buna rağmen bir adım bile geri adım atmayan, atmadığı gibi de uğradığı tüm itibar suikastlerine rağmen imza attığı müthiş belgesel ve kitaplarla bu memleketin kültür ve düşünce dünyasına kıymetli katkılar vermeye devam eden dev bir basın emekçisine dönüştü bir zamanların genç Dündar’ı.
Ve işte şimdilerde en olgun dönemini yaşayan bu basın devinden, bu kıymetli kültür ve düşünce insanından, hizmetinde olduklarının dış dünyaya olan ağır bağımlılıklarını, ülkeye verdikleri tahammül edilemez zararları görmezden gelerek John isminde “gayri milli”, “vatan millet düşmanı” vatansız bir kaçak çıkartılmaya çalışılmaktadır iktidarın maaşlı çakalları eliyle.
Can Dündar bu mesleğe başladığında birçoğu babalarının yediği portakalda vitamin olan bu küstah ergenler, arkasına saklandıkları ve Türk bayrağıyla birlikte birkaç milliyetçi sloganla süslemeyi asla ihmal etmedikleri bir takım abuk sabuk hesaplar üzerinden onun bu ülkeye olan tükenmeyen sevgisini, mesleğine olan sonsuz saygısını ve inancını tartışmaya açmaya çabalamaktadırlar bir gram bile utanma sıkılma hissetmeden, muhtemeldir ki o “velet” yüzleri hiçbir şekilde kızarmadan…
Oysa tıpkı Dündar gibi bu mesleğin anıt isimlerinden birisi olan Fehim Taştekin ustanın nefis tespitinde olduğu gibi, “yaratıcı rezilliğin” mümkün olan her tuşuna bassalar dahi, Can Dündar isminin gerek yerel gerekse de uluslararası saygınlığına halel getirmeyi asla başaramayacaktır bunlar. Ne o kısıtlı zekaları ne de hiçbir zaman tükenmeyeceğini sandıkları kamu kaynakları buna imkan verecektir.
Dündar “kalemini satmaktansa kırmayı tercih eden” onurlu bir gazeteci olarak gerçeğin peşinde dört nala koşmaya devam ederken, bu cahil parazitler pazara çıkartacakları o lanet ruhlarına iyi fiyat verecek yeni sahiplerinin çıkarlarının peşinde koşarak yeni Can’ları John yapmaya tüm utanmazlıklarıyla devam edeceklerdir.
Bu sebeple de içerisinde yeni yeni filizlenmeye başlayan “merak duygusunu” sulamak üzere kendisinden kat be kat büyük insanlarla aynı serüvenin yolcusu olmayı kafaya takmış delikanlıların ruhlarına ve kalplerine asla sızamayacaklar; yeni yetme bir delikanlıyı pür dikkat sandalyesine saplayan o müthiş işlerin bir parçası olmayı asla başaramayacaklardır.
Uğur Güney Subaşı. Ocak 2023, Adana