Arka tarafa doğru ilerlemeyenlerin her daim “kendinden gergin” Adanalı kaptan şoförler tarafından çocuklar gibi azarlandığı kalabalık halk otobüslerinin birinde dershane arkadaşımla birlikte “balık istifi” de olsa otobüsün arka taraflarında kendimize oturacak bir yerler bulduğumuz 1997 yılının serin bir Çukurova akşamüzerinde, arka taraftan da yolcu alınması için otobüsün arka kapısının aniden açılmasıyla birlikte o tarihlerde yüreğine koşulsuz olarak talip ve teslim olduğum dünyalar güzeli kıvırcığı birkaç fakülteli kız arkadaşıyla aynı durakta fakat başka bir otobüsü beklerken görmüş ve birkaç saniyeliğine de olsa içinde bulunduğum zamanı bana unutturmayı başaran bu harika tesadüfün gerçekleştiği saati dakikası dakikasına hemen bir kenarlara not etmeyi ihmal etmemiştim.
O akşamı izleyen tam 3 ay boyunca her dershane çıkışında tam o saatte ve o durakta onu “tesadüfen!” de olsa bir kez daha görebilmenin ve mümkünse de tıpkı lise dünlerimizde olduğu gibi onunla yeniden konuşabilmenin ve hani şansım da yaver giderse eğer onu bir kez daha güldürebilmenin umuduyla adeta mıntıka nöbetine durduğum yine bir Çukurova akşamüzerinde arzuladığım, arzulamakla da kalmayarak hünerli bir mühendis gibi aylar boyunca “dakika dakika” hesapladığım o karşılaşmanın gerçekleşmesini sonunda sağlamıştım işte.
Sadece güzide lisemizin değil, aynı zamanda şehrimizin ve hatta Çukurova Bölgesi’nin en “ihtişamlı kıvırcığı” olması hasebiyle önce yüreğime sonra da yavaş yavaş “yıllarıma” bağdaş kurarak oturan ve kıdem aldıkça da tüm akıl ve mantık organizasyonumdan bizatihi sorumlu hale gelen kıvırcığı yine tam karşımda ve fakat bu sefer bir “kapıkulu askeri” gibi yanında çakı gibi dikilen üniversiteli erkek arkadaşıyla birlikte otobüse binmek üzere bekleşirlerken görmüş ve kısa süren mesafeli bir sohbetin ardından da arkamda bıraktığım o lanetli durağa bir daha dönüp bakmamak üzere karanlıklar içerisinde “kaçar adım” kaybolmaya çalışmıştım.
El yordamıyla da olsa kendimi yeniden bulduğumda ise 20 yaşında değildim artık. Zira, kendi üzerime yıkıldığım o akşam anlamıştım ki, insan bazen yeni bir yaş almak için koca 1 yılı beklemek zorunda kalmıyor. Tanık olduğu bir anla, uğradığı derin hayal kırıklıklarıyla ya da iliklerine kadar hissettiği tedavisi olmayan acılarla da kolayca yaşlanabiliyor, eskiyebiliyor.
Kimselere zararı olmadığını ve tek “kavgası”nın sadece kendi işini yaparak evine, çocuklarına ekmek götürmeye çalışarak verdiği “hayat kavgası” olduğunu tahmin etmekte hiçbir şekilde zorlanmayacağımız kapı gibi bir adamın, sevgi dolu bir babanın ve belli ki işine, sanatına aşık meziyetli bir sanatçının, vahşiliğin, sırtını cari iktidara dayamış olmanın verdiği şımarıklığın, nobranlığın, psikopatlığın ve katıksız alçaklığın çarmıhına korkunç bir şekilde, üstelik memleketin başkentinde, gerildiğini duyduktan sonra ve tabii bu vahşetin ardından da sosyal medyaya yansıyan aile fotoğraflarını gördükten sonra o lanetli 1997 yılından tam 25 yıl sonra kendimi bir kez daha sadece 1 günde yaşlanmış, eskimiş, kaybolmuş ve yine istediğim için değil, alıştığım için nefes alır halde buldum.
İyileşmek, kendimi ve yaşımı yeniden bulmak için de zifiri bir mağara karanlığının o “tedavi edici” sessizliğine çaresiz bir dilenci gibi el avuç açarak yeniden sığındım. Orada bir yandan kendi yasımı tutarak geçmişten gelen büyük hayal kırıklıklarımın ruhumda sebep olduğu kırışıklıkları çaresizce ütülemeye çalışırken; diğer yandan ama planlı, ama tesadüf ya da mecburiyet…Bir şekilde ya da bir sebeple büyük bir coşkuyla yapılmış, ama sonuç itibarıyla “olmamış insanlardan” oluşan, ruhen tümüyle çökmüş bu hasta toplumun da yasını tutmaya soyundum.
Kim bilir, belki de bu yüzdendir karanlıklarda “aydınlık insanları” yazmaya bu kadar çok heves etmem. Sanki yazdığım her bir yeni yazı, mağara karanlığında tuttuğum yaslarımda kullanacağım yeni bir mum vazifesi görüyor benim için. Ancak, acılar ve çığlıklar arttıkça elimde olmadan benim yazdığım yazılar da artıyor. Yazılarım artınca doğal olarak mumların sayısı da artıyor ve acılarıma iyi geldiği için tüm bedenimle, tüm ruhumla yeni yetme bir velet gibi sığınmak zorunda kaldığım o “mağara karanlığı” ne yazık ki giderek aydınlanmaya, sıradanlaşmaya, kalabalıklaşmaya başlıyor ve bu yönüyle de can havliyle kaçtığım o lanet dünyaya dönüşüyor.
Oysa, içerisinde az biraz huzur bularak nefeslendiğim o mağaranın kaçtığım dünyaya dönüşmesini istemiyorum artık. Üzerine bir şeyler yazmasam eğer, deli gibi çıldıracağımı adım gibi bildiğim bu korkunç acıları, yüreğimi cehennem azabıyla yakıp dağlayan bu insan hikayelerini okumak ya da duymak istemiyorum artık. Ben sadece kaçmak, uyuşmak, karanlıklara sığınmak ve mümkünse eğer orada her şeyi, herkesi ve tabii 1997 yılında kaybettiğim “kendimi” sessizce unutmak istiyorum.
Çok ama çok üzgünüm.
Onur Şener’in anısına saygıyla..
Uğur Güney Subaşı. Ekim 2022, Adana
Emeğinize yüreğinize sağlık.
Böyle bir toplum içinde yaşayabilmek ve insani değerlerini korkusuzca yazabilmek herkesin yapması gerekenleri mumla arayan bir toplum olduk.
Umut var bu devran dönecektir.
Sağlıcakla kalın