Devletin kudretini ve imkanlarını kendilerine arsızca “siper“ ederek ihalelere fesat karıştırmak ve yargısız infazlarla ortalığı kan gölüne çevirmek gibi sayısız organize suçun ve kabahatin bizatihi yüklenicisi ve her daim olağan şüphelileri olmuş bir takım karanlık odaklarla korkmadan mücadele etmesinin bedelini, kendisine kurulan organize bir komplo neticesinde önce özgürlüğüyle; o da işe yaramayınca bir gece yarısında cezaevi çıkışında yine kendisine kurulan organize bir pusu neticesinde canıyla ödemek zorunda kalan efsane Behzat Ç dizisinin fenomen karakterlerinden birisi olan Savcı Esra; “Ben hayatım boyunca bütün bu kitaplarda yazanlar için mücadele ettim. Bütün hayatımı bunun üzerine kurdum. Bu işin peşini asla bırakmam Behzat. Ben seni bırakırım ama bu işin peşini bırakmam!” diyerek bu tehlikeli dalaşmanın gerçek bir hukuk cengaveri olan karısı Esra’nın hayatına mal olacağını gayet iyi bilen tecrübeli komiser Behzat’ın geleceğe dair tüm hayallerini ve planlarını bir kalemde alt üst etmişti.
Zira “Bu da mı o kitaplarda yazıyor?” diye sorarak karısının demir attığı idealizmin bazı zamanlarda manasızlığını ve tehlikesini vurgulamak isteyen kocasına büyük bir kararlılıkla yüreğini göstererek “Hayır, burada yazıyor!” diyecek kadar mesleğine ve vicdanına kendisini katıksız adamış gerçek bir hukuk emekçisiydi o.
Üzerindeki yoğun iktidar baskısına rağmen ülkeyi perişan edeceğini çok önceden öngördüğü için mevcut tek adam rejimine hani bırakın ortak olmayı, ki isteseydi kolaylıkla olabilirdi, bu olası kabusa “Seni başkan yaptırmayacağız!” diyerek sonuna kadar karşı çıkarak Türk’ü, Kürdü, Alevisi, Sünnisi bu ülkede milyonlarca insanın, emekçinin, ezilenin isyanı ve umudu haline dönüşen Selahattin Demirtaş başta olmak üzere, liderliğini yaptığı HDP’de siyaset yapan, siyaset yapmaya heves eden ve hatta partinin kapısının önünden geçmek gibi şu karanlık dönemde en yapılmaması gereken hatayı yapan (!) kim varsa, kim denk gelmişse, kimi buldularsa, bu insanların yıllardır çeşitli memleket hapishanelerine mide bulandırıcı bir hukuksuzlukla apar topar doldurulmalarını sağlayan malum şebekenin ya da yerli ve kinli siyasi hareketin suç ortaklarının en başında, sizlerin de gayet kolayca tahmin edeceğiniz üzere meslek onurunu her şeyin ve herkesin önüne koymaktan bir an bile çekinmeyen Savcı Esra’ların aksine tek kıbleleri aynadaki işbirlikçi suretlerine lehimledikleri o iflah olmaz korkuları olan, hani Nazım Usta’nın nefis tespitinde olduğu gibi “yürek yerine idare lambası” istihdam eden ve nedense bu halet-i ruhiye’den de zerre utanmayan bir takım hukukçu görünümlü saray yargısı memurları gelmektedir.
Hukuk devletinde görev yapan diğer meslektaşlarının aksine konjonktürel güç odakları karşısında cübbeleri her daim “ilikli” olan ve bu sayede usta yazar Ahmet Altan’ın haklı isyanında belirttiği üzere uzaklara atanmaktan ya da sürülmekten yırtmanın hesabını yapan aynı saray memurları değil midir ki, sırf anasının ak sütü gibi kendisine helal ve hak olan ana dilinde gönlünce türküler, şarkılar söyledi diye genç bir insanı, Nudem’i daha hayatının baharında demir parmaklıkların ardına hukuksuzca yollayanlar? İktidara boyun eğmedi, diz çökmedi diye Mehmet Baransu gibi yiğit bir gazeteciye hayatı zindan edenler, onu unutulmaya terk edenler?
Her sıkıldıklarında Alparslan Kuytul’u abuk sabuk suçlamalarla tıpkı Demirtaş başkana reva gördükleri gibi yaşadığı yerin çok uzaklarına vicdansızca kapatanlar, bundan garip bir biçimde haz duyanlar? Kendisi gibi çok ciddi sağlık sorunlarıyla boğuşan Çevik Bir salıverilirken, sırf Kürt diye, sırf HDP’li diye Aysel Tuğluk’un hastalığını inatla görmezden gelenler, ona çoktan hak ettiği özgürlüğü çok görenler? Memleketin diğer tuzu kuru zenginleri gibi devlet hazinesine sırtını yaslayarak tüm mesaisini parasıyla birlikte malını mülkünü sayarak geçirmek varken; sivil toplumun adeta emekçisi, gözü kara bir neferi olmayı seçerek kendisini bu toprakların insanına ve kültürüne adayan Osman Kavala’yı hukukun canına okuyan saçma sapan iddianamelerle yıllardır esir alanlar?
Faşizmin o dünlerdeki Almanya sorumluluğunu rezil bir canilikle üstlenen Adolf Hitler; ”Bankaları ve fabrikaları devletleştirmeye ne gerek var? Biz insanları devletleştiriyoruz!” derken sadece ekonominin değil, hukukun ve adaletin de canına nasıl okuduklarının açık eşkâlini çizmişti tüm Germen halkına.
Çok umudum yok ama, hani olur da bu kadim memlekette bir gün “adalet” tesis edilip hak ve hukuk yeniden baş tacı edilecekse eğer, bu doyumsuz hayalin asli mimarları ya da ana kolonları başkalarının sesinin gölgesi değil; kendi türkülerinin sesi olmayı başarmış; meslekleri ve inandıkları doğrular uğruna gerektiğinde eşlerinden ve hatta canlarından bile vazgeçmeye hazır “devletleştirilmemiş” cesaretli ve onurlu hukukçular olacaktır. Aksi ihtimalde, ki şu talihsiz, rezil günlerde yaşadığımız tam manasıyla budur, adalet mülkün değil, “bunları bırakmayız” anlayışının temeli ve hatta “altlığı” olmaya devam edecektir.
Uğur Güney Subaşı