İlk aşk, tek aşk!

Analiz

Written by:

Sanıyorum okuduğum bir Ahmet Altan romanının o doyumsuz satırlarından birinde rastlamış ve belki ileride bir gün kullanırım diye de bir taraflara hemen not etmiştim. “İnsan ömründe sadece bir defa aşık olurmuş” diye yazmıştı usta. Diğerleri ise kallavi bir kaçışa ya da fark edilemeyen bir aldanışa tekabül edermiş.

Elbette bu dahil tüm genellemelerin fena halde acımasız olduğu defalarca ispat edilmiş olsa da, kim bilir, belki de lise yıllarımızın bizim hatıra defterlerimizde bu kadar büyük, bu kadar özel bir yeri kaplıyor olmasının altında, insanın ömrü boyunca sadece bir defa yaşayabileceği o eşsiz duygu fırtınalarına, kurulan o ilk göz temasında hissedilen sonsuz heyecanlara, aşkı çekip çevirerek onu sağlam bir limana güvenle yanaştırmayı başaran çelikten tutkulara ve tabii bütün bu duygu sağanağının olmazsa olmazı olan o çocuksu masumiyetlere sadece lise yıllarımızın ve o yıllarımızda hemen yanı başımızda ünlü Mamayev Kurganı gibi sapa sağlam duran unutulmaz lise arkadaşlarımızın ev sahipliği yapmış olması yatmaktadır.

Zira lise tozunu yeni yeni yutmaya başladığımız o eski güzel dünlerimizde “ilk göz ağrımızdan” alacağımız ışıltılı bir “Evet” cevabıyla, yani Allah’ın kısmetli bir kulu olarak ilk sevdamızın neyse ki “karşılıklı” çıkmasıyla birlikte özü itibarıyla bir kişi ile diğerleri arasındaki her türden dünyevi farkların “gerekli yere” abartılması demek olan aşk duygusunun ne menem bir şey olduğunu, belki de hayatımız boyunca hiçbir zaman unutamayacağımız, bir daha muadilini bile yaşayamayacağımız muhteşem bir serüvene yelken açarak idrak edebilirdik, adeta iliklerimize kadar hissederdik.

Üstelik bunu, gücünü geçip giden zamandan devşiren kusursuz bir kum fırtınasının o “ilk anlarımıza”, “ilk hatıralarımıza” ve “ilk ayrılığın ardından döktüğümüz o ilk gözyaşlarımıza” dair tüm gözeneklerimizi bir gün hoyratça kapatacağı ve hatta acımasızca onu yok edeceği gerçeğine aldırmayarak, doğru yerde, doğru zamanda ve doğru insana sırılsıklam aşık olduğumuzun tadını doyasıya çıkartıp, ona olan tükenmeyecek, bitmeyecek sevdamızın kara kalem resimlerini çizerken yapardık emektar bir lise bankının şahitliğinde.

Cep telefonları henüz o tarihlerde icat edilmediği için de, yüreğine koşulsuz olarak talip olduğumuz ilk sevdamızla ev halkının ortak kullanımına açık bir iletişim aleti olan dönemin “ev telefonları” vasıtasıyla konuşma çabalarımızın doğal olarak hem bizim hem de karşı tarafın aile fertleri tarafından kolaylıkla öğrenilmesi ihtimalini beraberinde getirmesiyle birlikte, karşılıklı “sevda yüklü sessizlikle” geçirmek zorunda kalırdık “yürek çarpıntısı” sesimizin, kan ter içerisinde kulağımıza dayadığımız telefon ahizesinden gelen “çalma sesini” kolayca bastırabildiği o utangaç telefon konuşmalarımızı.

Ağır bir sigara dumanı gibi ergen dünyamızın her yanına sinmesini bir türlü engelleyemediğimiz, hoş, engellemeyi de pek istemediğimiz o ilk göz ağrımıza karşı “yaş haddinden” dolayı doğal olarak söylemeye utandığımız, söylemeyi bir türlü beceremediğimiz “seni seviyorum”larımızı, “ne olursa olsun seni hiçbir zaman unutmayacağım”larımızı ve “gün gelecek seni mutlaka ama mutlaka yazacağım”larımızı ancak o kısıtlı bütçelerimizden “el emeği göz nuru” arttırarak alabildiğimiz mütevazı hediyelerimizin kuytu köşelerine acemice istifleyerek söyleyebilirdik..

Sonra onunla ne yaşarsak yaşayalım, ya da kaderin bir cilvesi olarak ne yaşayamazsak yaşayamayalım ilk aşkların, içerisinde bulunduğumuz zamandan ve mekandan bağımsız olarak kendine özgü bir zaman diliminde zamanın kendi üzerinde sebep olacağı olası yıkımlardan korunarak kolaylıkla yaşayabileceğini keşfederdik yüreğine koşulsuz olarak talip ve teslim olduğumuz insanın yere düşen bir yağ tenekesi gibi hayatımızın her köşesine usul usul yayılmasını “mutlu mesut” hissederek.

Galiba usta yazar Ahmet Altan’ın insanın ömründe sadece bir defa aşık olabileceğini, diğerlerinin ise kallavi bir kaçışa ya da fark edilemeyen bir aldanışa tekabül edeceğini yazmasının altında, belki de o ilk aşkların, ilk heyecanların, ilk göz temaslarının zamana ve mekana karşı özerkliğini, bağımsızlığını ilan ederek kendisini hiç eskimeyeceği, hiç yıpranmayacağı, bu sebeple de hiç unutulmayacağı “irrasyonel” bir barınağa çekmiş olması yatmaktadır, kim bilir?

Uğur Güney Subaşı. Mayıs, 2022, Adana

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir