Korku Tünelleri

AnalizPolitika

Written by:

Z kuşağı diye adlandırılan günümüz çocuklarının ya da gençlerinin teknoloji ile harmanlanmış gayet renkli eğlence portföylerinin aksine, o dönemlerde hangi harfe tekabül ediyordu tam olarak hatırlayamıyorum ama her türlü imkansızlıklara rağmen 80’li yıllarda çocuk olmanın büyük keyfine erişmiş bizim kuşağımızın çocukları açısından eğlence alanları ya da imkanları bugünlerin çocuklarının sahip olduklarına oranla son derece kısıtlı ve tabii ilkeldi.

Ancak buna rağmen, o yıllarda daha site griliğine ve zevksizliğine kurban edilmediğinden olacak birçok mahallede rahatlıkla rastlayabileceğiniz kimsesiz tarlalarda her biri kıran kırana geçen mahalle maçları yapabilecek kadar da hani halı sahalarda top tepmeye mahkum edilmiş şimdiki şanssız çocukların hayal dahi edemeyecekleri miktarda son derece doğal, son derece sağlıklı eğlence imkanlarımız vardı bizim.

Ki o plastik topun peşinde kan ter içerisinde koşuşturmalarımıza, sürücüsüyle eğlenceli sohbetler yapmakla yetinmeyip bir de üzerine bir siyah tuşa basılmasıyla birlikte oradan oraya rahatlıkla uçabilen siyah bir spor arabanın mucizevi maceralarının anlatıldığı cumartesi günlerinin bir ekran klasiği sayılan efsane Kara Şimşek dizisinin o nefis introsunu duyduğumuzda ancak ara verirdik.

Digital platformlardan bir şeyler izlemek için aileleriyle birlikte evlere tıkılıp kalmak zorunda kalan bugünlerin teknolojik çocuklarının aksine, o yıllarda birçok şehirde sıklıkla bulunmasına rağmen nedense varlıkları bizim Adana’mızla özdeşleşen şehrin yazlık sinemalarının tahta sandalyelerden oluşan havalı localarında hemen hemen her gece ailecek yerimizi alarak “pipeti şişesinden uzun” beyaz Fruko gazozlar eşliğinde Rocky serilerini “göğün altında” izlemek ve İtalyan aygırının beyaz perdeye yansıyan her sol kroşesi ile kendimizden geçmek bizim kuşağımızın olmazsa olmaz sanat ayinlerinin başında geliyordu.

Ve tabii bütün bu doğal eğlence portföylerinin yanında da, içerisinde dönme dolapların, atlı karıncaların ve çarpışan otomobillerin olduğu iptidai şartlarda hizmet veren lunaparklarda vakit geçirmek de, 80’li yılların simge aktivitelerinden birisiydi.

İşte o lunaparkların en eğlenceli departmanları arasında, sadece biz çocukların sığabileceği genişlikte inşa edilmiş bakımsız, paslı trenlerle içerisindeki karanlığa girilebilen; yolculuk esnasında sağdan soldan birden fırlayan acemice hazırlanmış tuhaf yaratıklar vesilesiyle de yolcuların korkmalarını ve attıkları sahte çığlıklarla onların eğlenmelerini hedefleyen; ancak oldukça düşük bütçelerle inşa edildiği için de korkutmaktan ziyade zamanla dalga geçilen bir yapıya dönüşen “hüzünlü eğlencelikler” olarak da tanımlayabileceğimiz korku tünelleri yer alırdı.

Şu koca dünyayı kısa bir süreliğine de olsa modern bir lunapark olarak tahayyül edersek eğer, işte ziyaretçilerine, hoş daha çok da biz kadersiz yurttaşlarına yaşattıklarıyla, layık gördükleriyle bizim ülkemiz o lunaparkın kuytu köşelerinde umarsızca faaliyet gösteren ilkel, eski bir korku tüneli işletmesi halini almıştır artık.

Böylece belirli bir ücret karşılığında köhne korku tünellerinin içerisinde eğlencelik küçük turlar yapan o paslı trenlerde bitirdiğimiz neşeli yolculuklarımızın yerini, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığından cari faşist rejimin esirlerine ve hatta günümüzde olduğu gibi kurbanlarına dönüşmüş biz “talihsizler ordusu”un hayatına bizim isteğimizin ve bilgimizin dışında küstahça dalan “yerli ve milli” trenler eşliğinde ulusça çıkarıldığımız korkunç yolculuklar, uzun turlar almıştır.

Ücret değil, “bedel ödeyerek” çıkmak zorunda kaldığımız bu elim turların hemen başında, kendi uçakları tarafından toplu halde acımasızca yok edilmiş Roboski köylülerinin yanmış, yok edilmiş, yurtsuz hale getirilmiş kimsesiz bedenleri ile karşılaşırız ve o anda hiç bilmesek bile içimizden Kürtçe bir ağıt yakmak gelir evladından geriye kalan fakir ayakkabılarını sarıp sarmalayan ananın acısını, öfkesini, isyanını anlamak, anlatmak ve şimdi olduğu gibi kalemimizin döndüğünce yazmaya çalışmak için…

Nereye kafamızı çevirsek isli bir karanlıkta yankılanan o korkunç çığlıklar kafamızı kaçırdığımız her tarafta kurbanını takip eden sinsi bir katil gibi bizi bir şekilde gelir bulur ve tüm isyanıyla kendisine, acılarına, pişmanlıklarına, haklılığına, mağdurluğuna, esir eder, kurban eder, tanık eder.

Sonra, memleket sathında kurulan haram sofralarını kaldırmaya teşebbüs etmek gibi eski mücahit yeni müteahhitleri hem çileden hem de çığırlarından çıkaracak affedilmez suçlara bulaşmış evladının aslında suçsuz olduğunu anlatmaya ve bu haklılığının hem devlet hem de toplumun belirli kesimlerinde neden hala kabul edilmediğini anlamaya çalışan beyaz tülbentli eli öpülesi bir ananın haklı isyanına düşer turumuzun yolu.

Kıymetli Şadiye annemizin sakin sakin “haykırdıklarını” göz yaşlarımız eşliğinde tam hazmetmeye başlamışken, kendimizi birden hukuken değil, siyaseten yargılanan ve bu sebeple de yıllardır siyaseten rehin olarak tutulan koca yürekli, yiğit bir gazetecinin, Mehmet Baransu’nun bir “direnme üssüne” çevirdiği o haberci koğuşunda buluruz. Tüm ülkenin üzerine arsızca çullandığı gerçek bir gazetecinin neredeyse “tek kişi” olarak verdiği bütün o meydan savaşlarından nasıl oluyor da her defasında bu kadar güçlenerek ve çevresine bu kadar güç vererek ayrılabildiğini içimizi ısıtacak bir hayranlıkla çözmeye, anlamaya çalışırken yakalarız kendimizi.

Sonra turumuzun yolu, yeri ve zamanına bakmaksızın doğrunun, hakkın ve adaletin yanında saf tutmak gibi hani bu topraklarda pek de rastlayamayacağımız türden nitelikli alışkanlıklara, takdir edilesi hasletlere sahip yürekli bir kadının, harika bir annenin, fedakar bir eşin, Başak Demirtaş’ın Diyarbakır’daki o mütevazı dairesine düşer. Dünya asili evlatlarıyla bir çırpıda tanıştıktan ve de ziyadesiyle memnun olduktan sonra 2 kıdemli SeloCAN sever olarak özgürlük, adalet, vicdan gibi ortak paydalarımızda az biraz nefeslenir, dertleniriz birlikte.

orkmak yerine eğlenerek noktaladığımız o eski lunapark turlarımızın aksine, arsızların alabildiğince güçlü haklıların ise ana rahmine ebediyen suçlu düştüğü şimdilerin yerli ve dini yeni Türkiye’sinde çaresizliğin mengenesine sıkışıp kalarak zorla çıkarıldığımız bu yorucu turumuzun yavaş yavaş da olsa nihayet sonuna gelirken, yaşamadığımız, içerisinde adeta debelendiğimiz, can çekiştiğimiz bu ülkedeki hayatımızın lunaparklarda arsızca istiflenmiş bir “korku tüneli” yerine herkesin gayet mutlu ve huzurlu bir hayat sürdüğü Adana’daki o yazlık sinemalarına dönüşme ihtimalinin artık hiç olmadığı kadar uzak olduğu gerçeğini kabul ederek ineriz o köhne tur trenlerinden, belki de hayallerimizden, umutlarımızdan ve en acısı da özlemle andığımız o mutlu geçmişimizden.

Uğur Güney Subaşı. Mart 2022, Adana

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir