Hemen hemen her maç haftasında stadyumun çevresinde sıklıkla rastlayabileceğiniz üzere güzel Adana’mıza özgü fakir işi tablacılardan yükselen yoğun “maç kebabı” dumanlarıyla, hani Adana’da görmeye pek de alışık olmadığımız türden muazzam bir soğuk hava dalgasıyla birlikte ağızlardan çıkan buharın ateşli tezahüratlar eşliğinde birbirlerine coşkuyla karıştığı ve yine hemen hemen her maç haftasında görmeye alıştığımız üzere, stadyum çevresinde müthiş bir düzensizliğin ve kaos ortamının hakim olduğu yine bir maç günü pazarında babamla birlikte mahşeri bir kalabalığın yaşandığı bilet kuyruğundaki yerimizi aldığımızda, Çukurova bölgesine has daha ambalajı açılmamış ağır küfürlerle birbirleriyle kavgaya tutuşarak yavaş yavaş da olsa maçın havasına girmeye çalışan ziyadesiyle “dellenmiş” kendinden gergin Adanalılara öfkeyle bakan çevik kuvvet polislerinden birisinin o plastik copunun kısa bir süre sonra benim çelimsiz bacaklarımdan birisinde defalarca patlayacağını doğrusunu isterseniz hiç tahmin etmemiştim.
Bilet kuyruğundaki düzensizlikten daha ziyade, belli ki kendi pazar düzenlerinin bu ekstra görev emri sebebiyle bozulmuş olmasından kaynaklı istihdam ettikleri resmi öfkeleriyle kavgaların ve kargaşanın arasına freni patlamış bir kamyon gibi kontrolsüz bir şekilde dalarak büyük küçük, yaşlı genç demeden önlerine gelen, o kargaşada önlerine düşen herkesi vahşice coplamaya başlayan polislerin bu şiddet şovundan ben de fazlasıyla nasibimi almış ve bacaklarıma aldığım o ağır cop darbeleri sebebiyle babamın sırtına tutunmamış; o zayıf bedenimle adeta yığılmıştım.
Aldığım tüm can yakıcı darbelere rağmen, yaşı veya cinsiyeti ne olursa olsun gerçek bir taraftarın kendi taraftarları ve tabii o taraftarlardan birisi olan babasının önünde asla ağlamaması gerektiğini unutmayacak kadar kendimde olduğum için kimselere belli etmeden “için için ağlamanın” nasıl bir his olduğunu ilk defa o gün orada keşfederek stadın içerisine girene kadar sadece kendimin görebileceği bir gizlilikte uzun uzun ağlamıştım.
Anayasanın kendilerine tanıdığı kimseden izin almaksızın “şiddetsiz” toplantı ve gösteri yürüyüş haklarını kullanmak üzere şehrim Adana’nın içerisinden defalarca geçtiğim bir parkında toplanan Furkan Vakfı gönüllülerini, kadın erkek, haklı haksız demeden (hoş, bunu da çok fazla umursamadan!) vahşice, hunharca, düşmanca, gaddarca döven, coplayan, gazlayan, gönüllerince tepeleyen necip polislerimize ve onların kan içerisinde bıraktıkları mümtaz eserlerine dair birçok hazin görüntünün ve fotoğrafın doğal olarak anında sosyal medyanın gündemine yerleşmesine rağmen, o fotoğrafların arasında üzerine en çok konuşulanı, en çok paylaşılanı ve bu viral hali nedeniyle de doğal olarak en çok lanetleneni, benim de bu yazının kapağında kullandığım tesettürlü bir çevik kuvvet polisine ait olan fotoğraftı.
2022’lerin hemen başında olmamıza rağmen önüne kattığı hemen hemen herkesi copuyla “yok etmeye” çalışarak, 80’lerin sonlarına doğru turuncu beyaz atkılı yeni yetme bir çocuğu copuyla “terbiye etmeye” çalışan devletin öfkeli polisliğinden, cari iktidarın kindar “milis kuvvetlerine” tepeden tırnağa nasıl evrildiğini tüm yurt çapında ispatlayan memleketin mümtaz kolluk kuvvetlerinin an itibarıyla ne halde olduğunu, tüm hücreleriyle nasıl da siyasallaştığını görmemiz açısından gayet tatmin edici, zihin açıcı bir fotoğraftı bu.
Evet, kabul etmemiz gerekir ki karşımızda her şeye rağmen halkın hizmetinde olmaya çalışan devletin polisleri yok artık. Polis üniformasıyla gördüğümüz o görevlilerin tek sicil amiri var, onun da kim olduğunu bilmiyorum uzun uzun yazmama gerek var mı? İster siyasal Kürt ya da sosyalist-emekçi hareket gibi “rejimin bizatihi kendisine” yıllardır muhalefet eden ezelden “olağan şüpheli” hareketler içerisinde yer alın, isterseniz rejime muhalefet etmek yerine sadece “rejimin birer muhalifi” olarak kalmayı tercih eden Furkan hareketinin birer gönüllüsü olun hiç fark etmez. Saray rejimine kitlesel olarak direnmeye, itiraz etmeye kalkışmanız halinde karşılaşacağınız kişiler devletin üniformalı polisleri değil, Sarayın “yerli ve dini” yeni muhafızları, 30’ların Almanya’sını tek adam rejimine göre dizayn etmekle görevlendirilen meşhur kahverenkli gömleklilerin modern zamanlardaki versiyonları olan milis kuvvetleri olacaktır.
Bu vahim siyasal gerçeğin ışığında düşündüğümüzde, bütün bu yaşadıklarımızın, ya da yaşamak zorunda bırakıldıklarımızın insan üstü bir gaddarlığın süzgecinden geçirilerek bizlere sunulmasına asla şaşırmıyorum artık. Zira belli ki zaman, bir kaosun, karmaşanın ortasında kalmış küçük bir çocuğun “için için akan” o çocuksu gözyaşlarıyla asla tatmin olmayacak. Açıktan akan göz yaşlarına, yaşı, cinsiyeti ya da siyasal görüşü ne olursa olsun alınlardan hınçla akıtılan kanları da ekleyecek. Ve korkarım ki, bu Saray rejimi düşene dek asla da durmayacak!.
Uğur Güney Subaşı. Mart, 2022, Adana
(Yazılarımda kullandığım fotoğraflar konusunda bana her zaman yardımcı olan sevgili Arat ve Gökhan kardeşlerime sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Ha bir de, Başkanı bırakın.)