Bir filmde izlediğiniz “kötü” ne kadar iyiyse, yani ne kadar iyi canlandırılmışsa, film o kadar “iyi”dir. Sinema dünyasının değişmez “mottosu”, yazılı olmayan anayasası haline dönüşmüş bu evrensel sanatsal kuralın ne kadar geçerli olduğunun kanıtlarından birisi de yetenekli Coen kardeşlerin imza projelerinden birisi olan No Country for Old Men (İhtiyarlara Yer Yok) filminde ortaya koyduğu inanılmaz performans sayesinde insanın sürüye sürüye götürülen “oksijen tüpleriyle” arasına mesafe koymasına (!) yol açan İber Yarımadası’nın en kıymetli ihraçlarından birisi olan başarılı aktör Javier Bardem olmuştu.
Hayat verdiği psikopat Anton Chigurh karakteri ile cinayet işlemenin sıradanlığını ve bu sıradanlığın öldürene sağladığı sinir bozucu dinginliği o kadar etkileyici bir biçimde anlatmıştı ki Bardem, 2008 yılındaki En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar ödülünün en ağır favorisi ve gece sonunda da sahibi olmayı sonuna kadar hak etmişti.
Sadece Anton Chigurh gibi psikopatların başrolünde olduğu vahşet filmlerinde görebileceğimiz bu türden “iyi” kötülük performanslarına, vahşiliğin, hukuksuzluğun ve resmi adaletsizliğin vaka-i adiyeden sayılarak zamanla bölge insanının hayatının her alanına ağır bir sigara dumanı gibi sızdığı bizim gibi sorunlu ülkelerde sıklıkla şahit olmamız, boyun eğmemeyi ve sonuna kadar direnmeyi tercih eden memleket Kürtlerine tıpkı Coen kardeşler’in “ihtiyarlara ve iyilere yer olmayan” o nefis filminde olduğu gibi bu kadim memlekette ve bu kirli düzende asla ama asla yer olmayacağını, yer verilmeyeceğini bir kamu spotu tadında sürekli olarak hatırlatıyor bizlere.
Aksi halde, Urfa’nın Suruç ilçesinde seçim çalışmaları yapma bahanesiyle ziyaret ettikleri bir dükkanda tartıştıkları aynı aileden 3 kişinin hunharca katledilmesine sebep olan “karanlık” bir AKP milletvekilinin ve çetesinin, hem devlet hem de cari iktidar tarafından bu kadar içten, bu kadar hararetle korunup kollanmasını; hali hazırda korunup kollanmaya da devam edilmesini, bu vahşetin üzerinin örtülmesi adına da psikopat Chigurh ‘a özgü sinir bozucu bir dingillikle her türlü gayri-hukuki, gayri-vicdani ve elbette gayri-ahlaki önlemlerin alınmış olmasını,
Urfa Adliyesi’nin önündeki o soğuk zemine oturmayarak, ana oğul adeta yığılarak aylardır adalet nöbeti tutmaya çalışan ve Kürtler söz konusu olduğunda toplumun geniş bir kesiminin “ölü taklidi” yaptığı bu duyarsız ülkeyi yaşadıkları bu korkunç acıdan ve uğramış oldukları haksızlıklardan haberdar etmek için o kısıtlı imkanlarıyla adeta çırpınan Şenyaşar ailesine karşı gösterilen bu kolektif duyarsızlığı başka nasıl açıklayabiliriz ki?
Yaşanan bu kanlı vahşetin üzerinden tam 3 yılı aşkın zaman geçmesine ve de bu saldırının faillerinin hemen herkes tarafından ayan beyan biliniyor olmasına rağmen necip devletimizin mümtaz savcılarından hiçbirisinin bu olayın bütünüyle açıklığa kavuşturulması ve adaletin olabildiğince çabuk yerini bulması adına herhangi somut bir adımın muhatabı olmayı kabul etmemelerinin ya da bilinen sebeplerle buna cesaret edememelerinin başka bir sebeb-i hikmeti olabilir mi yani?
Hiç sanmıyorum. Oysa iyi kötü bir devlet geleneğine sahip her ülkenin ya da rejimin yerine getirmesi elzem olan birinci önceliği ya da vazifesi; ırkı, dini, dili, mezhebi, cinsel ve ideolojik tercihleri ne olursa olsun kendi vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sonuna kadar sağlamaktır. Yurttaşlarına karşı suç işlemenin bu kadar aleni, bu kadar kolay ve yapılabilir olmamasını sağlayarak kolluk kuvvetleri yardımıyla ülkenin her yanında caydırıcı güç olabilmeyi becerebilmesidir.
İşte, yaralı olan oğullarının durumunu öğrenmek üzere eşi Emine Hanım’la birlikte hastaneye panikle koşan baba Şenyaşar’ın, önce serum şişelerinin kırılıp vücudunun itinayla kesilerek, sonra oksijen tüpleriyle defalarca ama defalarca kafasına vurularak, gaddarlıkta altın vuruşun da eşinin ve orada bulunan kolluk kuvvetlerinin gözleri önünde cansız bedeninin mermilerle kalbura çevrilerek bu kadar kolay, bu kadar aleni bir biçimde katledilmesinin altında, bu yalnız ve güzel ülkeyi yönetmekten yıllardır aciz oldukları için, buraları ancak sık boğaz yöntemiyle “kontrol” altında tutabileceklerine iman etmiş malum ırkçıların, malum zalimlerin, özellikle de direnmeyi, boyun eğmemeyi seçen Kürtler söz konusu olduğu vakit, bu türden evrensel ilkelere hiçbir zaman sahip olamamaları; bu insani ilkeleri asla kabullenememiş olmaları yatmaktadır.
Ki bu akıl almaz katliam sonrasında Coen kardeşlerin hazırladığı kanlı bir film setine dönen Urfa Devlet Hastanesi’ndeki o “devlet” ibaresinin sadece hastanenin girişindeki ışıltılı bir yazıdan ibaret kalmış olması da, tam da bu kabullenememe, bu reddediş halinin önce ete kemiğe ve ne yazık ki sonra da Şenyaşar ailesinin gariban kanına bürünmüş hali olmuştur.
Uğur Güney Subaşı. Şubat 2022, Adana.
(Başkanı bırakın)