Özgürlük; doğası itibariyle hakların çatışmasına ve çözüme muhtaç alanlara sebebiyet vermektedir. Bir bireyin eksikliğini hissettiği kavrama ulaşma mücadelesi özgürlük talebi olarak özetlenebilir aslında. Ancak bu talebin kimden ve hangi ortamda geldiği ise o kavramın anlaşılırlığı ve karşılık bulmasıyla da alakalıdır. Özgürlük kavramına yüklenen anlam ve bu kavramın altını dolduran argümanlar, sosyal çelişkiler ve bireysel varoluş mücadeleleri usul açısından dahi önemlidir. Laik bir birey ile liberal bir bireyin ihtiyaçları aynı olmadığı hayata yükledikleri anlam aynı olmadığı için de özgürlüğü kavrayışları da aynı olamaz. Bu sebeple demokrat bir yapının getirdiği çözüm ve özgürlük tanımlamaları da her iki bireye de yeterli gelmez. Özgürlük tanımları ve talepleri birbirinden farklı olan bireylerin sorunlarının çözümünü gene farklı özgürlük tanımları ve anlamlarıyla çözen bir yapının da mutluluk refleksi geliştirmesi ise anlaşılır değildir. Mutluluğu kendisine temel alıp görev kabul eden devlet mekanizmasının da bireyleri aynılaştırma eğilimi ve tek tipleştirme ihtiyacı da bu temele oturuyor olabilir.
Hakların çatışmasının doğurduğu kaos ve kaos sonucu doğan düzen eğilimi devletin kural koyma refleksinden kaynaklanmaktadır. Düzen ve kural ise kaosun doğduğu ortama ve yaşanan olaylara bağlıdır. Her kuralın sınırı kaosun sınırı kadardır. Kural koyma refleksi gösteren devlete karşı bireylerin değişiklik talebi ise varoluşsal bir mücadelesinin ortaya konulmasından ibarettir. Mevcut düzenin kurallarına karşı gelmek özgürlüğü savunmaktır çünkü her bir çatışan hakta tercih edilmeyen hakkı savunmak özgürlüğün yanında yer almaktır, çünkü özgürlük başkasının hakkını savunmaktır. Kişi bireysel hakların savunulmasında kendi hakkını savunuyorsa kendi çıkarının peşinde koşuyor ve kendisine konfor alanı yaratıyor demektir. Özgürlük fikri, bireyin düzen fikrine karşı vermiş olduğu doğal bir reflekstir ve bu refleksi her bir birey göstermez. Kendi haklarına karşı ötekinin haklarını koruyan devlet düzeninde öteki düzenin yanında ise devlet düzenini savunan kişi olur. Devlet şiddet tekelini, cezalandırma tekelini, elinde bulundurmaya toplum sözleşmesinde yetkilendirilen ve meşrutiyeti kabul edilen bireysel ve toplumsal haklar ile adaleti, özgürlüğü dağıtmayı lütfeden bir mekanizma olarak her bir bireyin mutluluğunu hakların çatıştığı bir ortamda tesis edemez.
Bireyin ve toplumun devleti şekillendirdiği sitemler ile devletin toplumları ve bireyi şekillendirdiği sistemlerde özgürlük tanımı ve özgürlüğün algılanışı farklılık gösterir. En temel fark ise sistemin merkezinde birey olup olmamasıdır. Devletin serbest piyasaya, kültüre, yaşam tarzlarına, vb. alanlara müdahalesine karşılık bireylerin bireysel ve toplumsal tepkileri ya da tepki göstermemeleri özgürlük alanlarını ve çatışan hakların sınırını belirler. Devlet merkezli yapılarda basın yayın özgürlüğünün çok önemsenmediği, haber alma hürriyeti yerine sansür uygulamaları ve güvenlik gerekçeli tedbirler almaktadır. İfade özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğü kavramlarının çatışması durumunda sistematik olarak devletin mahkemeler önündeki tutumu ve tavrı özgürlüklerden yana taraf tutması ve tercihte bulunması sonucunu doğurur. Özgürlük ve hak kavramlarının tanımlanabilmesi ve sağlıklı bir tartışma ortamının oluşabilmesi elzemdir.
Çatışan iki eşit haktan bir tanesinin tercih edilmesi bir diğer hakkın ihlal edilmesi anlamına gelmemeli, bunu engelleyici tedbirler alınmalıdır. Özel hayatın gizliliği hakkı ile haber alma hakkının çatışması sonucunda verilecek olan karar ve etkileri politik tavrı belirler. Bu politik tavırda kamusallık ve bireysellik ile ilgili alanların tartışılması sonucu ortaya çıkan sonuç haklardan hangisini tercih edeceğimiz belirlerken diğer hakkın da özüne dokunmama dengesi kurulmalıdır. Ayrıca özgürlüğün tanımı için de hakların kullanılabiliyor olması gerekir. Hakları çatışmayan kişi için özgürlükten bahsetmek olası değildir. Kullanılmayan bir hak sadece temenni ve iyi niyetli sözlerden öteye gidemez.
Çatışan haklarda çıkar yol arayışına girilecekse eğer bu adaletin tesis edilmesi amacıyla olmalıdır ancak çatışan haklardan bir tanesinin koruma altına alınıp diğer hakkın özüne dokunmamalı, buradaki vazgeçiş elbette ki tercih edilmeyen hakkın korunmasız bırakılmaması anlamına da gelmemelidir. Devletin temel hak ve özgürlükleri sınırlama müdahalesi ve örnek olayda bir hakkı görece kabul edilebilir bulması durumunda vazgeçilen hakkın sınırlanırken özüne müdahalenin belirlenmesinde o hakkın korunmaya muhtaç temel sebebinin ne olduğunun da tartışılması gerekmektedir. Temel hak ve özgürlüklerin kanunla sınırlandırıldığı durumlarda hakkın özüne dokunulduğunun kabulü, hakkın güncel koşullara göre doğru tanımlanması ile mümkündür. Yaşayan kanun terimi de kanunlarda ifade edilen kavramların güncel karşılığının bulunup bulunmadığı ve güncel sorunlara çözüm bulup bulmadığıyla da alakalıdır. Ancak güncel yorumda sorulması gereken soru, hakkın koruduğu değer nedir, haklar insanların hangi güncel sorununa çözüm bulmak için kanunlaştırılmıştır? Bu sorular sorunun çözümü için sorulmalıdır. Cevap aranırken de; amacına ulaşamayan hakkın özü ihlal edilmiştir deniliyorsa hak kavramının güncellik ilişkisi kurulmuş olacaktır. Anayasa’nın 13. maddesinde anılan ölçülülük ilkesi gereğince sınırlama hakkının sınırı demokratik toplum düzeninin gereği olarak belirlenmiş ve toplumun güncel ihtiyaçlarına göre karşılanması gerektiği yasa koyucu tarafından belirtilmiştir.[1] Toplumsal ihtiyaç kavramından anlaşılması gereken ise her zaman kolektif fayda olmayıp bireysel faydanın da toplumsal faydanın önüne geçebileceği unutulmamalıdır. Örneğin din ve vicdan özgürlüğü ile ifade özgürlüğü hakları çatıştığında yönetilmesi gereken kavram linç kültürünü ve şiddet olgusunu silecek tedbirleri alacak sınırlamanın yapılması ve ad hominem saldırılara karşı her iki hakkı da korumalıdır. Bir toplumda kitlesel olarak dile getirilen sözler hakaret unsuru içermese dahi ifade özgürlüğünün sınırlarını da aşmasa dahi, bir kişinin din ve vicdan hürriyeti hakkının korunabilmesi amacıyla, toplum içindeki azınlığın bireysel hakkını korumayı gerekli kılıyorsa burada demokratik toplumun kolektif faydasının olduğunu dile getirebiliriz. Hakların kullanımı elbette ki kolektif olmalıdır. Vergi veren bir yurttaşın daha çok hakkı olabilir, vergi vermeyen bir kimsenin temel hakları sınırlandırılır da denilemez. Hatta kişi kendi ödediği vergilerle temin edilen kolluk güçlerinin ve adliye teşkilatının kararlarıyla daha çok hakkı sınırlanmış dahi olabilir ve bu kesinlikle tezat bir durum oluşturmaz. Bu sebeple devlete yapılan “benim vergilerimle benim haklarımı sınırlıyorsun” sözleri bir temelde doğruluk içerse de kabul edilemez.
Hakların çatışabilmesi için ise hakların tanımlanabilir olması ve saygı duyulmasını beklemesi için önceden biliniyor olması gerekmektedir. Bu hakların tanımlanabilmesi ve var kabul edilebilmesi için ise güç erklerinin ayrı olması gerekmektedir. Montesque’nün güçler ayrılığı diye bahsettiği esasen üç sınıfın ayrılığıdır. Her bir güç bir sınıfı temsil ettiği için halkın bir hakkının olabilmesi için yürütme (Mutlak monarşi-kral), Yargı(Soylular-aristokratlar), Yasama(Burjuvazi) mücadelesinde bireylerin bu ayrım anında erklere karşı ileri sürebildiği her türlü özgürlüğü hak olarak tanımlanmıştır. Bu anlamda insan haklarının temel niteliği olarak da; evrensel oluşu, doğuştan sahip olunduğu, toplum öncesinden var olduğu, mutlak ve vazgeçilmez olduğu ve bu sebeplerle de devlete karşı ileri sürülebilir olduğu, devletin müdahale edemeyeceği kabul edilmiştir. Bir hakkın kişilerin birbirine ileri sürmesi ise temel hak olması kavramından çıkartmaz. Bilakis bu hususta devlete karşı ileri sürülen o hakkın korunmaya muhtaç olması ve korunmamasından doğan zarar dolayısıyla ileri sürülür.
Modern devlet yapısında devlet otoritesi sadece devlet içi mekanizmalarla değil, sivil toplum örgütleri ve medya ile de sınırlandırılabilmektedir. Basın özgürlüğü ve sivil özgürlükler bakımından bir denge ve denetlemenin yapılabilmesi için modern devlet erklerinin sivil alanlara dağıtılması ve sivil yapıların güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu sivil güçlenme kimi zaman liberal ilkelerle olabileceği gibi kimi zaman da çatışan haklardan tercih edilen diğer haklar bakımından mümkün olabilecektir. Bu durumda ülkenin güç dağılımının ve özgürlük ihtiyaçlarının kendisini doğru dengeleyebilmesi elzemdir.
Sonuç olarak demokratik bir talep olarak özgürlüklerin hüküm sürdüğü zamanlarda çoğulculuk tartışılabilir ve hatta kabul edilebilir temsil siyaseti açısından ancak mevcut durumda otoriterleşme ve iktidarı güçlendirme tartışmalarının doğurduğu kaygılar giderilmeli, özgürlük zemini tesis edilmelidir.
[1]Anayasa Mahkemesi’nin 16.12.2015 tarihli, 2013/6017 başvuru numaralı kararında ölçülülük ilkesinin sınırları tartışılmış ve demokratik toplum değerlerinin güncel verileri ortaya konulmuş ve neticede bireysel hakların sınırlandığına dair karar vermiştir.
Muratcan IŞILDAK