Bilgi ve merak eksikliği olan bir topluma, neyi öğretebilirsiniz? Ya da siyasi kariyerini getirime, sermayeye ve güç odaklarına teslim etmiş birine ne anlatabilirsiniz? Uzun süreçler sonrasında oluşmuş yapısal, coğrafik, jeolojik ve toplumsal değişiklikleri mi? Ya da insanın doğanın efendisi olmadığını mı?
Bunların hiç birini anlatamazsınız.
Tüm bunları ve daha fazlasını öğrenmek emek ister, alın teri ister, bilgi birikimi ister, mücadele ister, en önemlisi de toplumsal ve doğal yapıyı anlamak ister. Doğal yapının korunması ve toplumsal yapının sağlıklı bir şekilde geliştirilmesi için ise, kurulu düzene karşı koymayı, eleştirel ve bilimsel düşünmeyi gerektirir. Ama maalesef ülkemizde bunların hiç birinin değeri kalmadığı gibi hızla ortaçağ düşüncesi egemenliği gelişmekte bilimsel düşünce sistemini savunanalar adeta 21.Yüzyılın Engizisyon Mahkemelerinde yargılanmakta ve infaz edilmektedir.
Tıpkı ortaçağ düşünce tarzında olduğu gibi emek ve zorluk gerektiren karmaşık bilimsel düşünce tarzının karşısına, her şeyi kısa yoldan çözen ancak hiçbir zaman anlaşılması mümkün olmayan, her zaman üstü kapalı tarzda, her yöne çekilebilen hamasi söylemler geçmektedir. “Refah-zenginlik-vatanseverlik-din” maskeleriyle gizlenmiş niyetler politikacıların, toplumu sömürenlerin, ülkeyi haraç mezat satanların, Sevr Anlaşmasını yeniden ortaya çıkarmak isteyen dış güçlerin en büyük silahıdır. Bu kan emicilerin maşaları ise okumadan âlim, gezmeden gezgin, çalışmadan zengin olmak isteyenlerdir.
“Eğri Temele, Doğru Bina Yapma Çabaları”
Pek çoğunun bildiğini düşündüğüm tarihsel bir olayı hatırlatmak istiyorum.
Roma İmparatorluğu döneminde, İskenderiye’de, İ.S. ikinci yüzyılda yaşayan Batlamyus (Ptolemaios), elindeki taşın yere düşmesini gözleyerek, güneşin ve ayın da aynı kurala tabii olduğunu düşünüp dolayısıyla dünyanın, güneş sisteminin merkezi olduğunu ileri sürmüştür. Bu teori, kilisenin “tanrısal” görüşü olarak benimsenip, insanlığa yüzyıllarca kan kusturulmuştur. Aynı zamanda bu görüş, insanı evrenin merkezi yapmakla kalmamış, her şeyin efendisi olma ve tüm canlı ve cansız nesnelerin insan için yaratıldığı fikrini egemen kılarak, hak etmeyen insanlığa “eşrefi mahlukat” sıfatını yakıştırarak yaşayan her canlının bu düşünceden olumsuz pay almasına ve acı çekmesine neden olmuştur. Ta ki Polonyalı Kopernik (İ.S.1400), bunun tersinin de doğru olacağı fikrini ileri sürüne kadar. Kopernik’ten önce de bir çok düşünür, Batla Myus’un yaklaşımındaki çelişkileri saptamışlardı. Ancak egemen inanışa “dinlerin katı dayatmasına” ters düşmemek için, bu çelişkilere itiraz edeceklerine acaba bu çelişkileri nasıl olur da toplumun ve düşünürlerin dikkatinden kaçırabiliriz ya da geçiştirebiliriz diye çabalamışlardır. Batlamyus’un yaklaşımıyla bir türlü yanıtlanamayan soruları, o günkü sözde bilim adamları, geçiştirmeye çalışmışlardır. Bugünkü ülkemizdeki “sözde bilim adamlarına” ve politikacılara ve Diyanet’e ne çok benziyor
Batlamyus’un kitabı Arapçaya da çevrilmiş, Müslüman ülkelerin tümüne dağıtılmıştır. İslam dünyasınca en büyük âlimlerden biri olarak nitelendirilmiştir. Çünkü tüm semavi dinlerde olduğu gibi, insan, Batlamyus’un bu yaklaşımında, evrenin tam orta noktasına yerleştirilmiş, her şey, hatta kendi cinsinin dişileri dahi, insanoğlunun, yani erkeğin emrine verilmiştir. Bırakalım bu düşüncenin ortaya çıkardığı vahşi kapitalizminin neden olduğu doğanın talanını, geçmişte yüz binlerce kadın, doğal felaketlerin nedeni olarak gösterilerek, yakılmıştı.
Yaşanılan bu süreçten dolayı bugün biz Batlamyus’u suçlamıyoruz, suçlayamıyoruz. Çünkü olayları inceleyebileceği elindeki tek araç, gözleriydi ve yapabileceği de o kadardı. Bizim suçladığımız, bu geleneksel düşüncedeki çelişkileri görmeyip, bu yanlışları yok sayanlar ya da bunları görüp, ancak onları bilimsel gerçeklere dayanıyormuş görüntüsü ile bir cambazın kıvraklığı ile daha az bilgiye ulaşabilen insanları yanıltmak için kullananlardır. Benim suçladığım bugünün Batlamyus düşüncesini rehber ederlerdir.
Bu kadar uzun bir girizgâhtan sonra lafı daha fazla evirip çevirmeden sözümüze dönelim. Bugün ülkemiz son sürat giden bir araç gibi bilimden, felsefeden, sanattan, hukuktan kısacası canlıya değer veren ne varsa ondan uzaklaşmaya devam ediyor. Egemen hale gelen düşünce yapısı kendini ”halkçı”, demokrat, sosyal demokrat, hümanist ya da adını ne derseniz deyin sözde “bilim insanlarından” politikacılardan ve kendini topluma yön verdiğini düşünen kanaat önderlerine kadar bir virüs gibi bulaşmış bir halde. Bu virüs günümüzde ortaya çıkan Covit-19 virüsünden de tehlikeli. Bu virüs ileriki yıllarda ortaya çıkacak daha nice Covit’lerin habercisi. Kendini efendi sanan insanlık kendi dışındaki hatta kendi türünün dahi canını kast etmekten çekinmez bir hale geldi. Bütün bunlar sanayileşme, refah, daha fazla gelir ve daha fazla para harcanacak bir yaşam elde etmek için. Bu amaçlar uğruna neler yapılmıyor ki? Göller, dereler kurutuluyor, ormanlar yok ediliyor, tarım alanları betona çevriliyor, denizler adeta bir fosseptik çukuruna çevriliyor. Merak edenler araştırabilir, bundan yaklaşık 65-70 yıl önce hadi yüz olsun denizlere yılda 1.5 milyon ton atık dökülürken, bugün yapılan hesaplamalara göre 650 milyon ton atık dökülüyor. Bugün herkes kanserden korunmaya çalışıp organik ürünlere yönelirken dünya genelinde 300 bin kimyasal kullanılıyor.
Bandırma Ağır Metal Organize Sanayi Bölgesi ilan edilirken, Biga Yarımadası Kimyasal Sanayi ve depolama alanı ilan ediliyor. Edincik altı tehlikeli madde taşıyan gemilerin bekleme ve boşaltma alanı olarak planlanıyor. Oksijen deposu Kaz Dağları Kanadalılar’a tahsis edilerek yaşayan yüzbinlerce canlının ya yaşamına son veriliyor. Geneli saymakla bitiremeyiz. Özele dönelim.
Artık emin olduğum bir konu var. Sayın Belediye Başkanı bu talan sürecine destek vermekte. O ve pek muhterem ekibi, 23 Nisan’daki tören çocukları gibi, ocak ayında ellerinde kürekle ağaç dikerek “çevreci” olduğunu kanıtlamaya çalışmakta. Yukarıda uzun uzun anlattığım gibi sorunları geçiştirmeye, yaşanacak doğa katliamını ve gelecek felaketleri insanların gözünden kaçırmaya çalışmakta. Bugün ilçemizde sadece Belediye Başkanı değil, Bandırma’daki bütün sivil toplum örgütleri, sözde “kanaat önderleri” çiftçi kuruluşları, Belediye Meclis Üyeleri, yerel basın, çevre örgütleri, ADD, ÇYDD, işçi sendikaları gibi aklınıza gelebilecek herkes adeta deve kuşu gibi kafasını kuma gömmekte.
Senaryo çok büyük. Bilmem farkında mısınız? Yanlış yönetildiği için ve marka değeri yaratamadığı için sıkça eleştirdiğim Merinos Çiftliğinin geleceği tehlikede. OHAL döneminin uzatmalı Müdürü personel olarak giderken bıraktığı enkaz ve savrukluğun üstüne gelen yeni Müdürün misyonunun Merinos Çiftliğinin arazisinin satışı üzerine olduğuna yönelik “SPEKÜLASYONLAR” dolaşmakta. Umarım spekülasyondan ibarettir. Yeni Müdürün bunun bir spekülasyon olduğunu, öyle bir uygulamaya izin vermeyeceğini çıkıp kamuoyu önünde açıklaması ve inandırması durumunda kendinden büyük bir içtenlikle özür dileyeceğimi ifade ediyorum.
Güney Marmara üzerinde senaryolar çok büyük ve çok korkutucu. Bu senaryonun gerçekleşmesi halinde kazanacağını düşünen kim varsa kaybedecektir. Çünkü bu senaryo gerçekleşmesi halinde en fazla 15 yıl sonra bölgenin ne ekecek toprağı, ne içecek suyu, ne soluyacak havası kalacaktır. Bu bölge adeta bir ölüm kampına dönüşecektir. Boğaz tokluğuna insanların çalıştığı bir kamp ve bu kampın kurucuları arasında çıkacak getirim kavgalarını bekleyip göreceğiz.
Dünyadaki canlı türlerinin beşinci yok oluşuna hızla ilerlemek için adeta yarış halindeyiz. Bu yarışın planlayıcıları uluslararası emperyalist şirketler, yarışanları işbirlikçi sermaye, organizatörleri ise el birliği etmiş tüm siyasal güç odaklarıdır. Yok olacak her canlının günahı bunların boynuna olacaktır.